​ERDOĞAN'IN KÖRFEZ TURU: KÖRFEZ POLİTİKASINDA FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Bu yazı kaleme alınırken Netanyahu Türkiye ve GKRY ziyaretlerini sağlık sorunları nedeniyle ertelemişti ama ziyareti Tel Aviv'in istediği ve özellikle seçim sonuçlarından ve Türkiye ile normalleşmeden memnun olduğu biliniyor.

NATO toplantısının ardından bölgesel diplomasinin canlanmasını bekliyorduk. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez ziyaretlerinin sonuçları gerçekleşmesi beklenen Türkiye-Mısır, Türkiye-İsrail, Türkiye-Filistin liderler zirveleri birlikte değerlendirilmesi de aslında mümkün. Bu yazı kaleme alınırken Netanyahu Türkiye ve GKRY ziyaretlerini sağlık sorunları nedeniyle ertelemişti ama ziyareti Tel Aviv’in istediği ve özellikle seçim sonuçlarından ve Türkiye ile normalleşmeden memnun olduğu biliniyor. Dolayısıyla Netanyahu’nun ziyareti ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin yukarıda Körfez ile başlayan Kıbrıs ziyareti ve Cezayir Cumhurbaşkanının kabulü ile devam eden bölgesel diplomasi denkleminin hala İsrail parçası. Bu girişi neden yaptık, 17-19 Temmuz’da gerçekleşen Suudi Arabistan-BAE ve Katar ziyaretlerini sadece ekonomik çerçeveden okumanın kısır bir yorumlama olacağını söylemek için. Evet, Türkiye ekonomik olarak direniyor ve yatırım arayışında ve evet Körfez dış yatırımı ve sıcak parayı kendi dış politikasında sık sık havuç olarak kullanıyor ve evet Türk heyetine eşlik eden işadamları ordusu, yapılan büyük rakamlı anlaşmalar bu ziyaretlerin ekonomik amaçları olduğunu doğruluyor; ama aslında Türkiye-Körfez ilişkilerinde gelinen nokta ve bölgesel jeopolitikte Türkiye’nin durduğu yer açısından da bu ziyaretler son derece önemliydi, bu yüzden de sadece “ne kadar para geldi?” sorusu parantezi içinde okunamazlar.

Fabrika ayarları neydi?

Öncelikle bu ziyaretler, Körfez ziyaretinde liderlerin verdikleri resim Türkiye-Körfez normalleşmesi açısından artık fabrika ayarlarına dönüldüğünü gösteriyor. Fabrika ayarları derken kastettiğimiz AKP iktidarlarının başında Körfez ile ilişkileri geliştirme isteği gösterilen o ilk yıllardaki Körfez politikasının temel dinamikleri. O dönemde Türkiye-Körfez ilişkilerinde üç özellik göze batıyordu: 1)- Türkiye, Körfez’e bütüncül yaklaşıyor, herkesle iş yapmaya, anlaşma imzalamaya çalışıyor, böylece Körfez’de yeni bir oyuncu olarak var olacağını gösteriyordu. 2)- Türkiye, Körfez politikasını bölgesel dengelemeden ziyade çok taraflı ve çok katmanlı kazançlar üzerinden tanımlıyordu. Yani ticaret ve karşılıklı bağımlılıklar inşa etme ilişkilerin bel-kemiğini oluşturuyordu. O dönem Türkiye insan-kaynağı konusunda üstün bir potansiyel taşıdığının bilincindeydi ve Ankara, Türkiye’nin insan-kaynağı, Körfez’in parası ve birilerinin teknolojisini (Batının, İsrail’in vb) birleştirince bölgesel bir dalga yaratabileceğini, kazancı etkiye çevirebileceğini düşünüyordu. 3)-Türkiye, Körfez’de oyuncu olmak, kazanç elde etmek hayallerini kurarken bölgede yeni güvenlik sağlayıcılarına ihtiyaç duyulduğunu fark etti. Böylece kimi Körfez ülkeleri ile savunma sanayi, kimi Körfez ülkeleri ile askeri üs anlaşmaları imzaladı. Güvenlik ve savunma işbirliklerinden tam ne fayda sağlanacağı (yüzeysel mi kalacak yoksa ilişki çeşitlendirme mesajının ötesinde bir işleve sahip olacak mı) o günlerde tam belli değildi ama Körfez güvenlik alanında ortaklar ararken Ankara, ben de varım diyordu.

Körfez’de rekabet dönemi

Sonrasında köprünün altından çok su aktı. Körfez, Arap Baharları ile bölündü, farklı güvenlik tehditleri hissetti ve birbirinin boğazını sıktı. Arap Dünyası bir karmaşa içine düşmüş ve bazı Arap devletleri güçten düşmüşken (Irak, Suriye, Mısır, Libya), Körfez’in güçlenen ülkeleri bentlerini yıkıp, yatırımlarını koruma, ideolojik tehdidi (Müslüman Kardeşler- MK-, sokak devrimleri, cumhuriyetçi söylem vb) önleme ya da kullanma bahanesi ile Levant, Kuzey Afrika ve Akdeniz’e birbirlerinin boğazını sıka sıka geldiler. Bu coğrafi üçgen Türkiye’nin güvenliğini doğrudan ilgilendiren bir alanı teşkil ediyordu ve Ankara burnunun dibinde Riyad, Abu Dabi ve Doha’nın kapışmasını endişe ile izliyordu. Körfez içi rekabetin zirve noktası Katar ambargosu ve ambargo uygulanırken Doha’dan talep edilenlerdi. Türkiye’nin Katar’daki askeri varlığına son verilmesi de istekler arasındaydı. Bu istek, Ankara’nın Körfez rekabetinin hem nesnesi hem de öznelerinden biri olduğunu gösteriyordu. Nesnesiydi, zira Ankara’nın Körfez’de rejim değişimi gibi bir derdi olmadığı, Bahreyn’de Arap Baharı bastırılırken de KİK’in müdahalesine ses çıkarmadığı biliniyordu. Ama Ankara, yukarıda andığımız coğrafi üçgenin en güçlü ülkelerinden biriydi, bu üçgende Müslüman Kardeşler’i ideolojik yakınlıktan dolayı değil (Ankara’nın Kahire’de yaptığı laiklik vurgusunu hatırlayalım) Müslüman Kardeşler’in bazı popülist söylemlerinin cumhuriyetçi doğası nedeniyle de (özgür seçimler, sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesi, sivil haklar vb) destekliyordu. Aslında Körfez’in etkisine karşı Ankara’nın bu üçgendeki etkisi gerçek bir alternatifti, üstelik bu alternatif Doha ile iyi geçiniyordu. Tüm bunlar Ankara’yı Körfez rekabetinin konusu yapmaya yetmişti. Özneydi, zira Ankara’nın Katar’daki çok çok sınırlı askeri varlığı Katar ablukasının ileriye taşınmasını, bir işgal veya darbeye dönüşmesini engelledi. Ankara’nın caydırıcı gücü Körfez’de Katar adına bir güvenlik sağlayıcısı olarak işledi ve Ankara’yı Körfez’deki bu rolünden uzaklaştırmak bazıları için artık bir amaç haline geldi. Olaylar böyle gelişmişken tabi ki kimse fabrika ayarlarını düşünecek halde değildi. 

Normalleşmenin ötesine geçiş

Sonrasında Körfez birbirinin boğazını sıkmaktan yoruldu, zira herkesin gırtlağında bir el vardı artık ve bu elin ağırlığı altında kanatlanıp uçmak zorlaşıyordu. Bu arada İran, Yemen üzerinden Körfez güvensizliğin parçası oldu ve Körfez’in tek sorunun Ankara ya da Doha olmadığını gösterdi. Levant-Kuzey Afrika-Akdeniz üçgeninde Körfez’in ihtiraslı ülkeleri birbirlerini, birbirlerinin vekillerini ve Müslüman Kardeşleri yıpratmayı başardılar ama Türkiye’nin bu üçgendeki varlık alanını daraltamadılar, hatta Ankara askeri ve dışişleri diplomasisi ile kontrol alanını genişletti. İsrail ile anlaşanlar İran ve Ankara karşısında ilerleme sağlayamadı. ABD’nin Tahran’ın vekillerini vurması işe yaramadı. ABD, Suudi Arabistan ve BAE vurulurken gözlerini kapadı. OPEC Plus kavga ederken Riyad’ı darbe ile tehdit etti vb. Sonuçta Körfez, bölgede birbirinin boğazını sıkarak güçlenemeyeceği sonucu çıkardı ve Al-Ula’da Körfez içi barış gerçekleşti. Bu barış ile beraber Körfez rekabetinin nesnesi ve öznesi olmuş olanlar (Türkiye ve İran) ile normalleşme süreci başladı. 

İlişkideki kilit kavramlar: Bütüncül bakış, kazan-kazan, güvenlik sağlayıcıları arasında olma

17-19 Temmuz ziyaretleri, yapılan anlaşmalar (çok kapsamlı-çok boyutlu) bu normalleşme sürecinin bir çıktısı gibi duruyor, bu doğru. Ancak bence onun ötesine geçiyor ve Türkiye-Körfez ilişkileri fabrika ayarları üzerinden yeni bir ilişki tanımı yapıyor. Bu tanımda;

 1)-Türkiye Körfez’e bütüncül bakışına geri dönüyor. Herkes ile iş yapabilir, herkesle çalışabilir olduğunu vurguluyor. Unutmayalım, Riyad, Abu Dabi ve Doha Körfez’in en güçlüleri, en ihtiraslıları, birbirlerinin boğazını sıkmaktan yorulmuş olabilirler ama iki söylemi dillendirmekten yorulmadılar: a)- Stratejik olarak daha otonom, daha bağımsız olmak istiyorlar. ABD ile ilişkileri sorunlu (Riyad) ya da şu an için çok iyi (Doha) olabilir ama kendi gündemleri ve neredeyse sınırsız kazanç beklentileri var ve ABD tarafından dışarıdan belirlenen gündemlerle sınırlanmak filan istemiyorlar. b)- Ortadoğu’ya baktıklarında meydanda güç açısından kendileri dışında İran, Türkiye ve İsrail’i görüyorlar. Üçüne de sıcak mesaj yollayan Körfez’in üç ülkesi Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Akdeniz’de varlık gösterme isteğinden vazgeçmiş değil ama bu üç ülkenin ve birbirlerinin ayağına çok basmadan hareket etmek istiyor. Bu yüzden Arap dünyasının kendini toparlayamamış ülkelerinde örneğin Irak’ta gayet pragmatik bir biçimde bu ülkelerle kazanç odaklı işbirliği yapabilirler. Son günlerde sıkça bahsedilen Kalkınma Yolu (eski Kuru Kanal) projesi bu nedenle potansiyele sahip. 

2)-Türkiye bölge ülkelerinin istikrarsızlıktan çekindiğini, rekabeti kontrol altında tutmak ve potansiyel rakiplerle (Türkiye, İran, İsrail) iyi geçinmek istediğinin farkında. Bu kazan-kazan pazarlıkları için uygun bir zemin. Üstelik şimdi Türkiye sadece insan kaynağı ile değil teknolojisi ile de (savunma sanayi, enerji -özellikle de yenilenebilir ve nükleer enerji vb) önerebileceği şeyler olduğunu biliyor. 

3)- Ankara güvenlik alanında Katar krizinde oynadığı rolün unutulmadığının farkında. Türkiye kritik ama siyasi kararlılıkla ancak gerçeğe dönüşebilecek caydırıcı rolünü Körfez coğrafyasında bırakmadı. Türkiye, ayrıca bu bölgede stratejik otonomi ve büyük güçlere yönelik denge politikasını ilk zikredenlerden. Karşılığında gelen tokatları da boşa düşürdüğü, cezalandırmalara karşı bir direnç geliştirdiği filan biliniyor. Bunlar çok değerli tecrübeler, hele ki ne ABD’ye ne Rusya’ya güvenemeyecek aktörler için. Türkiye, bu direnci çok zor jeopolitik koşullar içerisinde diplomatik ve güvenlik kazançlarını artırarak sağladı. Dolayısıyla bugün Körfez-Türkiye ilişkilerinin basit bir çeşitlendirmenin ötesinde anlamı ve potansiyeli var. Bu potansiyelin gerçekleşmesi bir anda olmaz elbette. Güven lazım, rekabetin kontrol edilebilirliğini sürdürebilir hale getirmek lazım. Bugünün bölge jeopolitiğindeki üç belirsizlik (İran’ın iddialı politikalarının bölgede yaratabileceği huzursuzluk ve yeni talepler, güçsüz Arap ülkelerinin -Suriye, Libya, Yemen, Irak vb- geleceğindeki belirsizlikler ve Rusya’nın çekilmeme ama profil düşürme stratejisinin bölgede nasıl tezahür edeceği) aslında tarafları birbirine iterek bu süreci kolaylaştırıyor. Bu büyük jeopolitik resimde Türkiye Arap Dünyasını, Arap Dünyası Türkiye’yi kaybetmek istemiyor.