Geçtiğimiz hafta Zirve esnası ve sonrasında yapılan analizlerde Macron'un NATO'nun beyin ölümü konuşmasına sıkça atıf yapıldı ve nereden nereye gelindiğinin altı çizildi.
Vilnius Zirvesi gerçekleşti ve sürprizli olmayan bir zirve için çok heyecan yarattı. Bu heyecanın temel nedeni Vilnius’da verilen resim ve bu resimde odaktaki aktörler ile NATO için zirvenin kazanç ile tamamlanması. Geçtiğimiz hafta Zirve esnası ve sonrasında yapılan analizlerde Macron’un NATO’nun beyin ölümü konuşmasına sıkça atıf yapıldı ve nereden nereye gelindiğinin altı çizildi. Tabi uluslararası kamuoyu kült Türk filmlerine alışık olmadığından, NATO’nun aldığı yolu göstermek, yıkılmadı ayakta ve dayanıklı demek için Macron’un o gün için gayet mantıklı tespiti ayaklar altına alınıyor. Bana sorarsanız NATO, eski tarihi Türk filmlerindeki klişeye, neredeyse ok yağmuru altında, aldığı darbelere rağmen, vurulmasına rağmen tüm kaleyi fetheden son kahramana benziyor. Gerçekten de Soğuk Savaşın bitişinden beri sayısız fikir ayrılığı ve ABD’nin tek taraflı istisnacılığı ile sınanan, kabiliyetlerini ve tehdit algılamalarını hızla dönüştürmek zorunda kalan ve nihayetinde burnunun dibinde kendisinin en büyük konvansiyonel rakibinin çıkarttığı savaş ile savunma ve caydırıcılığı test edilen bir örgütten bahsediyoruz. Bu örgüt Vilnius’da vücuduna saplanan bu okları çıkarttığını, çıkartmasa bile oklarla beraber hayatına devam ettiğini ve bugüne kadar aldığı- özellikle de Kırımın ilhakından sonra gerçekleştirdiği Varşova Zirvesi ile Madrid Zirvesi arasındaki tüm zirvelerde aldığı- stratejik kararların altını doldurmak üzere harekete geçtiğini gösterdi.
Konvansiyonel Tehdit- Konvansiyonel Güçlendirilmiş, Çok Uluslu Caydırıcılık
Varşova ve Madrid Zirvelerine yaptığımız vurgu tesadüf değil-ki geçtiğimiz yıl Madrid’de Stratejik Kavram belgesi de kabul edilmiş ve NATO’nun tehdit algılamasındaki dönüşüm gelecek on yıl için kayıt altına alınmıştı. Dolayısıyla Vilnius’da sağlaması yapılan, nasıl uygulanacağı planlanan ve tüm üyelerle arkasında durulan ilk stratejik mesele, Kırım’ın ilhakı sonrası NATO’nun tüm zirvelerinin temel konusu olan tehdit, savunma ve caydırıcılık alanı ile ilgili. Kırım’ın ilhakı öncesi Rusya’nın Karadeniz ve Akdeniz’deki varlığını ve kontrol altında tuttuğu alanı genişletmesi Rusya-NATO ilişkilerinde son alarma çanlarını zaten çalıyordu. Moskova, Gürcistan sonrası Ukrayna’ya müdahale edip Kırım’ı ilhak ettiğinde, böylece Bükreş’te hayata geçip geçmeyeceği belli olmayan NATO’nun genişlemesiyle ilgili sözler manasını yitirdiğinde, Rusya-NATO ilişkileri kökten değişti. Rusya bir ortak ve rakipten konvansiyonel bir tehdide dönüştü. NATO’da hem o güne kadar iki kanat üzerinden (doğu ve güney kanadı) tanımladığı caydırıcılık ve savunmayı doğu kanadına ve konvansiyonel düzeye öncelik vererek güçlendirme kararı aldı. Uygun olarak hem doğu kanatta hem de Avrupa alanında ABD’nin askeri varlığı da (çok uluslu caydırıcı misyonlar ve ikili savunma anlaşmaları çerçevesinde) güçlendirildi.
Yeni Bölgesel Kuvvet Modeli
Ukrayna savaşı 2021’de patlak verdiğinde, Rusya savaş öncesinde Trans-Atlantik güvenlik mimarisini hedef aldığında, savaş sonrasında konvansiyonel kapasitesini nükleer caydırıcılığı -özellikle de taktik nükleer silahların kullanılması meselesi üzerinden pekiştirdiğinde NATO’nun içerisinde Rusya ile angajman, caydırıcılığın güçlenmesi ve caydırıcılık güçlenirken (bu kapasite inşası, harekete hazır olma, NATO kuvvetlerinin bir arada çalışabilmesi için planlama ve eksiklerin giderilmesi yani para, para, para demek) genişleme konusunda acaba kafalar karışır mı diye sorulmuştu. Madrid-Vilnius hattında NATO, kafaların karışık olmadığını, İttifak’ın savunma ve caydırıcılıkta güçlenme ve genişlemeyi aynı anda başarabileceğini, bunu da Rusya’yı açık konvansiyonel tehdit olarak tanımlarken başarabileceğini gösterdi. Bu az-buz bir şey sayılmaz. Özellikle Madrid’de kabul edilen yeni kuvvet modelini (bölgesel kuvvet planlamasını) düşündüğümüzde. Özetle NATO, 360 derece vurgusunu terk etmeden (karada, denizde, havada, siber alanda, uzayda aynı anda tüm tehditlere ve risklere yönelik savunma, kriz yönetimi ve güvenlik işbirliğini becerebilmek) üç hatlı bir bölgesel kuvvet planlamasına giriyor (Kuzey, Orta Avrupa ve Güney). Bu üç bölgesel hatta NATO üyeleri birbiriyle çalışabilir, hızlı mukavelede bulunacak kuvvet katkılarını vererek caydırıcılık ve savunmayı güçlendiriyorlar. Toplamda üçyüz bin kişilik, hızla konuşlandırılabilecek, lojistik problemi bulunmayan bir acil müdahale gücü planlanan. Kuzey denilen bölge ABD ve Kanada’dan Arktik’e kadar olan alanı içerisine alıyor. Güney, Karadeniz-Akdeniz bağlantısını ifade ediyor. Böylece NATO’nun Doğu Kanadı, tugay seviyesi birliklerle güçlendirilirken Kuzey ve Güney hatlar, Doğu Kanadını kuzeybatı, kuzeydoğu ve güneyden adeta koruma altına alıyor. Baltıklar’da alan kontrolünü ilerletmek Rusya adına neredeyse imkansızlaşıyor. Türkiye’nin hep vurguladığı Karadeniz-Akdeniz’in aynı jeopolitik eko sistemin bir parçası olarak görülmesi sağlanıyor. Bu ekosistemde pek çok aktör var ve ABD, Türkiye ve Yunanistan’ın kapasitesinin aynı anda artırılmasını vurguluyor ama NATO sonuç bildirgesinde Türk Boğazları ve Monteaux sözleşmesine yapılan vurgu, Karadeniz-Akdeniz (yani Güney bölgesel kuvvet yapılanmasının) belkemiğinin Türkiye olduğunu da gösteriyor.
Kuzey Avrupa’nın Entegrasyonu
Bölgesel kuvvet yapılanmasına eklenen Kuzey, elbette Kuzey Avrupa’nın NATO’ya entegrasyonu olmadan belirli askeri ve siyasi sorunlarla karşı karşıya kalacaktı. Finlandiya ve İsveç’in üyeliği bu zorlukların şimdilik aşıldığını gösteriyor. NATO, Madrid-Vilnius hattında bu iki devletin üyeliği ile ilgili pazarlıkları kotarırken aslında sadece Kuzey bölgesel kuvvet yapılanması ve Arktik’te NATO varlığı ile ilgili adımların önünü açmadı. İttifak ile terörle mücadele üzerinden sorunlu bir gündem yaşayan Türkiye ve NATO, hatta Türkiye ve Batı ilişkilerini normalleştirerek Ukrayna Savaşı devam ederken, yani çok zor bir dönemde, NATO’nun açık kapısının kapanmadığını Rusya’ya, İttifak’ı radikal ve ılımlı olarak eleştirenlere ve NATO’nun bütünlüğünden şüphe duyanlara gösterdiler. NATO adına, ABD-Biden yönetimi ve Türkiye adına önemli kazançlar getirdi bu oydaşma. Ankara, derdinin bağcı dövmek değil üzüm yemek olduğu sinyalini verdiğinde aslında Madrid’de elde ettiği kazançları ( Batı-Türkiye terörle mücadele gündemlerinin YPG,PYD, FETÖ gibi Avrupalı/NATO başkentlerinin anmak istemediği örgüt adları da dahil olmak üzere yakınlaştırılması, Ankara’ya yönelik savunma sanayi sınırlamalarının kalkması, PESCO bağlamında olası işbirliklerinin önünün açılması) garantilemek ve bu kazançlar konusunda siyasi -ve İsveç ile sınırlı olmayan- güvenceler almak istediğini bize anlatmıştı.
Türkiye-Avrupa/AB Normalleşmesi
Güvencelerin Stoltenberg’in duyurduğu Terör ile Mücadele Özel Koordinatörlüğü ve İsveç-Türkiye diyalog mekanizmasının devamından ibaret olmadığını, ya da meselenin Türkiye’ye verilecek F-16 ya da savunma sanayine yönelik ambargoların kaldırılmasıyla sınırlanmadığını anlıyoruz. Türkiye, AB ve Avrupalı devletlerle olumlu, normal bir gündemin oluşturulmasını (AB üyeliği, Ankara’nın Gümrük Birliği, Vize serbestliği ile ilgili taleplerinin gerçekleşmesi meselesini) NATO’nun genişlemesiyle bağlantılandırıldığı anlaşılıyor. Bu bağlantılandırma aslında iki ayaklı. Bir ayak AB üyelik sürecini işaret ediyor, katı ve kurumsal. O yüzden de bu ayağa odaklananlar şüpheyle kaşlarını kaldırıyorlar. İkinci ayak sert ve yumuşak tehditlerle karşı karşıya kalan Avrupa güvenlik sisteminin -ki NATO ile üst üste biniyor- Türkiye’yi dışarda bırakarak PESCO-NATO uyumu filan sağlamasının mümkün olmayacağı gerçeği. Zaten NATO sonuç bildirgesinin önemli ve nadir sürprizlerinden Batı Balkanlar/Sırbistan vurgusu, AB’nin Kuzey Afrika/Tunus ile göç anlaşmalarını kotaramaması, Wagner sonrası Libya’da Türkiye-Mısır normalleşmesinin gerçekleşmesi, Kosova’nın istikrarlaşması denildiğinde hareket edenin Türkiye olması, tüm bu son dönem gelişmeler Avrupalıların Türkiye ile normalleşme fırsatına gözlerini kapamasını engelliyor. Bu normalleşmenin kurumsal süreçleri bir nebze canlandırdığını da görebiliriz, ama artık burada gündemin kurumsal süreçlerden ve adlandırmalardan daha önemli ve önde olduğunu da kabul etmek lazım.
Ukrayna ve Çin’e Söylenenler
Ukrayna-NATO’nun gelgitli ilişkisi gündemin bazen adlandırmalardan daha önemli olduğunu gösteriyor. NATO, Ukrayna’yı savaş/çatışma (caydırıcılık değil) sahası olarak tanımlamaya aslında devam etti. Üyelik, barış anlaşması sonrasına kalmış gözüküyor. Ukrayna için NATO ile beraber çalışabilir kapasite inşası ve Ukrayna-NATO konseyi üzerinde planlama ve diyalog önerildi. Zelensky için yeterli değil ama baktığımızda NATO’nun genişlemesinin önünü de açarak bulunmuş işleyecek bir formül. Yük elbette Ukrayna direnişinin sırtına biniyor ama ne yaparsınız Kiev’in fazla seçim şansı olmadığı da biliniyor. Son birkaç sözümüz de küresel NATO vurgusu ve Çin üzerine olsun. Stoltenberg, güvenliğin bölgesel değil küresel olduğunu söyledi. NATO Bildirgesinde de Ortadoğu, Sahra-altı Afrika’nın, küresel dönüşümlerin önemi vurgulanmıştı. Ancak tüm bu küreseliz vurgularının hedefinin Hint-Pasifik olduğunu düşünmeyen yok gibi. Zaten NATO Zirvesine de Japonya, Güney Kore, Avusturalya ve Yeni Zelanda gibi ABD’nin Pasifik müttefikleri NATO ortağı olarak katıldılar. Bence Pasifik’e yönelik bu zirvenin en ilginç sonucu, muğlak Çin’in küresel meydan okuyucu olma konumunu netleştirmesi, olayı seyrüsefer güvenliği, arz zinciri, değerli madenler gibi somut güvenlik konularına bağlaması. Demek ki Çin’in alan kapatma kapasitesi – ve bu kapasiteyi maliyetsiz yapacak nükleer ve füze kapasitesindeki iyileşme- Batıyı rahatsız ediyor ve bu tür iddialılık sergileyen Çin’e karşı şimdiden tedbir almayı bir gereklilik olarak görüyor.