Ne yazık ki toplum, artık bu yapıların sosyal medyada ve yayınlarında insanın iç dünyasına yönelişi değil de günlük politik hayatta hüküm içeren bağlayıcı tavırları, güvenlik politikalarında uzmanlaşan(!) yazar ve tarikat yetkililerinin mesajlarını artık istihza ile temaşa etmekte.
“Türk Sağının Düşünce Atlası” kitabımı okuyanların, “Nasıl Sağcı Oldum?” bölümü dikkatlerini çekmiştir. Orada 12 yaşımda, varlık problematiğimi çözebilecek görüşlerden, maddenin ezeli olduğu “Agnostik” bir var oluş anlayışı yerine, ezeli ve ebedi olan tek özgün Allah’ın her şeyi tasarruf ettiği bir varoluş anlayışını tercih ederek nasıl sağcı olduğumu anlatıyordum.
On yıllar boyunca yargılarım, inananlar inanmayanlardan, namaz kılanlar kılmayanlardan, tarikat ehli olanlar olmayanlardan ahlaken ve vicdan kalıpları içinde hep üstün olmaları üzerineydi. Ama benzer zıtlıklar içinde yaşam, bana uygulamada bunların karşılığının olmadığını gösterdi.
Tüm bu olgularla yüzleşme cesaretim bana inancımı, amel pratiklerimi ve irfani yola olan sevgi ve saygımı kaybettirmedi. Sadece tüm ötekilere karşı saygı ve iyi niyetimi eşitlemiş oldu.
Bugün Türkiye’de genel kanı, son 18 yıllık kendi iktidar deneyimlerinin içinde, İslam kimliği altındaki, politik partilerin, cemaat ve tarikatların savundukları değerler açısından iyi bir sınav veremedikleri doğrultusundadır. Bu sınavın başarısızlığı devlet, toplum ilişkilerinde ve mahşeri vicdan dediğimiz alanlarda kendini daha açık hissettirmiştir.
Devletimizin, özde olmasa da iktidarı ele geçirme hedefinde benzeşen “Fetö” ve “Adnancı” gruplar olarak tanımladığı yapıları da cemaat sınıfına katarsak, öncelikte genç kuşaklarımızın ve halkın çoğunluğunun, maneviyat amacıyla hiyerarşik yapılanan tarikatları ve benzer cemaatleri artık pek ayırım yapmadan sorguladığını görüyoruz.
Ne yazık ki toplum, artık bu yapıların sosyal medyada ve yayınlarında insanın iç dünyasına yönelişi değil de günlük politik hayatta hüküm içeren bağlayıcı tavırları, güvenlik politikalarında uzmanlaşan(!) yazar ve tarikat yetkililerinin mesajlarını artık istihza ile temaşa etmekte.
Sorulardan birisi, 80 yıl önce Nakşibendi Şeyhi S. Abdülhakim Arvasi’nin “tarikatları devlet kapatmadı, onlar zaten kendilerini kapatmıştı” söyleminden sonra, bugün tarikatların hangi maddi ve manevi dinamiklerle güçlendiğine dairdir. İkinci soru ise tekrar güçlenen tarikatların bugün geldikleri “maddi güçlülük- manevi güçsüzlük” çelişkisine dair olmalıdır.
Doğal olarak her ne gerekçe ile olsun cüppesi ve sarığıyla elinde parti bayrakları ile motosikleti ile miting miting dolaşan dervişleri toplum antipati ile karşılamakta.
İnsanın gönlü, Rum terzi Kosta ustayı ahlakı ve irfanıyla celbeden Yahya efendiyi, benzer şekilde; Nurettin Topçu’yu inisiye eden Kazanlı Nakşibendi Şeyhi Abdülaziz Bekkine’yi veya Okültist Karl Vet ile müzakerelere girip ona Avrupa temsilciliğini veren ve Osmanlı entelektüeli M.Ali Ayni’yi etkileyen Şeyh Esat Erbili gibilerini arıyor.
Bu durumda sorun, her ne kadar pratikte bu yapıların ticaret ve siyasete bulaşmasında gözüküyorsa da, aynı zamanda ayrı geniş bir yazının konusu olabilecek insanların kurumsal dini sorgulamalarına kadar giden bir yolun başlangıcını da teşkil ediyor.
Yıllar önce rahmetli Erol Güngör hoca “İslam Tasavvufunun Meseleleri” adı altında oldukça özgün ve cesur bir kitap yazmıştı. Merhum bu kitapta teorik süreç ve iç dünyaya olumlu etkileri dışında tasavvufi kurumları- tarikatların genç kuşaklar üzerinde bu dünya işlerinde atalete sevk etme ve şeyhe kayıtsız bağlanmanın gençler üzerindeki olumsuz sayılabilecek yönlerinden de bahsetmişti. Güngör ayrıca İslam tasavvufunu derin etkileyen Hint- İran doktrinlerinden de (ki bana göre tüm bunlar yaratılmış insanlığın evrensel ortak değeri ancak apokaliptik etkileri olumsuzdur) bu kitapta uzunca bahsediyordu. Bu kitap kadar kapsayıcı olmasa da Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Fuat Köprülü, M. Ali Ayni gibi aydınlarımızın benzer makaleleri, ayrıca manevi otorite olarak kabul edilebilen Said Nursi ve Esad Erbili’nin aynı konu üzerinde risaleleri de dikkat çekici olmuştur.
Sünni tasavvuf kurumları- tarikatlar üzerinden konuşursak, öze ve dışa dönük en temel sorun, tarihin akışı içinde gelenekten de kopmadan bu kurumların kendilerini yenileme yeteneklerini kaybetmeleridir. Bir bakıma hakikat arayışlarının bir sabite bağlanarak durmuş olmasıdır.
Bu yapılar irfan, burhan (determinal dış dünya) ve kelam (tartışılmaz dini referanslar) arasındaki dengeyi sağlıklı sağlayabiliyorlar mı? Şahsen en temel teorik sorun budur diye düşünüyorum. Haddini bilmenin ilk düstur olduğunu bildiğimiz tasavvufta sezgisel dünya ile kurulduğu düşünülen sübjektif ilişki dünya ve toplumsal ilişkilerde bu kadar bağlayıcı olması ne kadar sağlıklı ve istismara açık olabiliyor.
Bu kurumlar toplumda sükûneti ve referansı sağlayabilecek “olmuş insan” veya “kalplerin sükun bulduğu” şahıslar yetiştirebilmekteler mi? Veya bu sürecin metodolojisi olan “Seyri sülük” yaptırabiliyorlar mı? Aynı şekilde geçmişten gelen bazı hatalı ritüelleri itikat-akıl-irfan ölçülerinde ayıklayabiliyorlar mı?
Uygulamada bir diğer sorunda, metodolojik eleştirilme ve yenilenmeye kapalı tarikat ritüellerinden öte, Şeyh-Hoca efendilere adeta Şia müçtehit imamları gibi dolaylı bir masumiyet karinesinin yüklenmesi ve dış istişareye kapalı olmalarıdır.
Geçmişte tarikatların bir kısmı sanat, kültür ve ticaretin yapıcı üretim merkezleriydi. Büyük bestekarlar, hat sanatkarları bu ekollerden yetişmişlerdi. Kentlerin medenileşmesine ve yapıcı kimliğine katkıda bulunuyorlardı. Ancak ülkemizin güney doğusunda özellikle Kürt Nakşibendiliği tribal bir toplumsal karaktere bürünmüş, seyitlik ve şeyhlik kabileci formlara dönüşmüştür. Maalesef son onlu yıllarda bu yapılar, kasaba kimliğinde kendilerini dönüştüremedikleri gibi büyük metropollerimizin kasabalılaşmalarına da katkıda bulunmuşlardır. Söz konusu yapılar yerel ve merkez siyasetle yakın bağ kurarak ekonomik olarak güçlenip lümpen bir dönüşüme uğradılar. Artık karşımıza mutasyona uğramış aile asabiyesi indeksli lümpen bir Türk- İslam sentezli nur topu gibi yerli ve milli tarikatlarımız oluşuyordu!
Bir zamanlar insanların bir kısmı iş ve çevre için devlette etkin olduğuna inanılan malum yapıya gidiyordu. Bugün cemaatlerin devlet ve ticarette etkinliği zannı benzer ilgiyi arttırmış gözüküyor. “Nefsini bilen Rabbini bilir” düsturunu esas alan bu kurumların bu durum misyonlarına da ters düşmektedir.
Tarikatların tarihsel tecrübeleri ışığında devletten korkmaları anlaşılabilir ancak bu durum merkez siyaset ve ticaretle iç içe geçmelerini de açıklayamamaktadır.
Özellikle ABD ve Avrupa’da Cizvitler, Opusdei gibi Katolik veya Protestan Püriten tarikatların kurduğu Harvard, Georgetown gibi sayısız okullar ayrıca ticari ve entelektüel üretim merkezleri haline gelmiş Benedikten manastırları karşımızda birer ibret vesikası olarak durmaktalar. Türkiye’deki cemaatlerin okul ve hastaneleri vizyon olarak batıdaki örneklerinden şimdilik oldukça uzak gözüküyor.
Doğru ve itibarlılarını tenzih ederek ifade etmek isterim ki, ülkemizdeki tasavvuf kurumları önündeki iki yola girme risklerini taşımaktalar, bunlardan birincisi içtihada kapalı bir medrese alt yapısına sarılmalarının doğal sonucu gizli veya açık kasaba selefiliğidir, diğeri de ritüeller ve menkıbelere boğulmuş bir heterodoksi batınilik yoludur. Yakın tarihte bu ilk metaforik yaklaşımın örneğini Pakistan- Afganistan medreselerinde (IŞİD etkisi), ikinci yaklaşımın örneğini de Sünni bir tarikatken (Adeviye) Mitra inancına dönüşen batıni Ezidilerde görebiliyoruz.
Modern sonrası, yani şimdiki ve gelecek dönemlerde insanın kendine gittikçe yabancılaşacağından, varoluş kaygısının artacağından ve yapay zekanın insanlığı kontrol etmeye başlayacağından bahsediliyor.
Yapılacak belki de ilk işlerden biri tasavvuf kurumlarının bizzat kendilerinin misyonları dışındaki faaliyetlerini retrospektif yaparak belirleyip, başkalarından önce tasfiye etmeleri ve işe böyle başlamalarıdır.
Bu bağlamda insanın kendi ile barışacağı ve varlığını tecrübi ve sezgisel yoldan anlamlandıracağı tasavvuf yoluna her zaman ihtiyaç var olacaktır.