Trump'ın konu hakkındaki muğlak ifadelerine rağmen beni bu tahminde bulunmaya sevk eden asıl sebep ise, kerameti kendinden menkul büyükelçi adayı Friedman'ın; Kudüs'ün statüsü, iki devletli çözüm, Yahudi yerleşimciler ve işgal altındaki Filistin topraklarının durumu hakkındaki sözleri olmuştu.
Bundan yaklaşık dört yıl önce, Trump’ın seçimi kazandığı belli olmuş ancak henüz koltuğa oturmamışken kaleme aldığım bir yazıyı hatırladım. Yazımın başlığı, “Trump dönemi Filistinlilere ne vaad ediyor?” şeklindeydi. Trump’ın kampanya döneminde söyledikleri ve yaptıklarıyla, göreve başlar başlamaz İsrail’e büyükelçi olarak atayacağını açıkladığı David Friedman’ın, Filistin-İsrail meselesi hakkında söyledikleri üzerinden bir okuma yapıp, Trump döneminin Filistinliler için hiç de hayırlı olmayacağı tahmininde bulunmuştum.
Trump’ın konu hakkındaki muğlak ifadelerine rağmen beni bu tahminde bulunmaya sevk eden asıl sebep ise, kerameti kendinden menkul büyükelçi adayı Friedman’ın; Kudüs’ün statüsü, iki devletli çözüm, Yahudi yerleşimciler ve işgal altındaki Filistin topraklarının durumu hakkındaki sözleri olmuştu. Zira sözleri ABD’nin o zaman kadar ki geleneksel politikalarıyla bağdaşmıyor, aksine çatışıyordu. Ne demişti Friedman? “Göreve başlar başlamaz ilk işim Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağım. İki devletli çözümü dayatmaya gerek yok, taraflar bunu aralarındaki görüşmelerle karara bağlasınlar. Yahudi yerleşimciler barışa engel değildir hatta İsrail’in bekası için gereklidirler. Judea ve Samara (Batı Şeria’nın İbranice’deki karşılılğı) İsrail toprağı olmalıdır.”
Görüldüğü gibi Friedman, kendisinin bu göreve atanmasını gerçek üstü olarak değerlendirenleri yanıltmayarak, bugün pek çoğu hayata geçirilmiş olan tek taraflı planlarını daha göreve başlamadan açıklamıştır. Bu söylemleriyle Netanyahu’dan bile daha muhafazakâr bulunan Friedman, sözde Trump yönetimi adına Ortadoğu barış sürecini yöneten damadı Jared Kushner’i de perde arkasından yönlendirerek, planın tamamen İsrail’in isteklerine göre hazırlanmasını da garanti altına almıştır. Yoksa 25 kitap okuyarak Ortadoğu’yu ve Filistin-İsrail meselesini çözdüğünü ileri süren damadın böyle bir vasfı bulunmadığı hepimizin malumudur.
Nihayetinde Trump, Friedman’ın iddia ettiği gibi koltuğa oturur oturmaz olmasa da, 6 Aralık 2017’de Kudüs’ün, bir bütün olarak İsrail’in başkenti olarak kabul edildiğini açıklamış ve Birleşmiş Milletler’in 480 sayılı kararını yok saymıştır. Akabinde kararın üzerinden henüz beş ay geçmişken, Tel Aviv’deki ABD elçiliği Kudüs’e taşınmıştır. Hem de aynı saatlerde İsrail askerleri tarafından Gazze sınırında onlarca Filistinli öldürülüp ve yüzlercesi yaralanırken icra edilen ayinimsi bir törenle…
Ardından da, ABD’nin Filistin’e yapmış olduğu ekonomik, sosyal ve kalkınma yardımları kesilmeye başlamıştır. Buna gerekçe olarak ise, şehitlerin ve İsrail hapishanelerindeki Filistinlilerin ailelerine yapılan maddi yardımlar gösterilmiştir. Güya Filistin yönetimi bu yolla teröristleri fonlayıp, İsrail’e saldırılar düzenlenmesini teşvik ediyormuş. Benzer bir şekilde Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA)’na yapılan yardımlarda, ajansın okullarında İsrail düşmanlığı öğretiliyor ve tesislerde teröristler saklanıyor diye kesilmiştir.
Bunlar yetmiyormuş gibi Washington’da bulunan FKÖ temsilciliği kapatılmış ve Filistinli siyasetçilerin bazılarına ABD vizesi verilmemiştir. Doğu Kudüs’te Filistinlilere hizmet veren konsolosluk kapatılarak, Filistinliler gerekli işlemler için ABD’nin İsrail büyükelçiliğinin altında oluşturulan bir birime yönlendirilmiştir. Sırf İsrail karşıtı karar aldıkları için UNESCO’dan ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konsey’inde çıkılmıştır. Filistin’in üye veya gözlemci olduğu uluslararası kuruluşlar uyarılarak, Filistin ile ilişkilerinin sürmesi halinde maddi yardımların kesileceği bildirilmiştir. Hatta bu kapsamda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) hakimleri bile mağdur edilmiş olup, ABD vizesi vermemekle tehdit edilmişlerdir.
Asıl kırılma ise, İsrail’deki siyasi krizler nedeniyle bir türlü hükümet kurulamaması üzerine sürekli ertelenen ve nihayet 28 Ocak 2020’de açıklanan sözde Yüzyılın Planında yaşanmıştır. Zira anlaşmazlığın sorumlusu olarak sadece Filistin tarafı gösterilmekte ve çözüm için gerçekçi olmayan ütopik talepler yerine, sahadaki gerçeklikle uyumlu ve İsrail’in kabul edebileceği planlar yapılmasının bir gereklilik olduğu ifade edilmektedir. Kudüs’ü İsrail’e veren plan, buradaki kutsal mekanların da kurulacak bir komisyon tarafından işletmesini öngörmektedir. Yahudi yerleşimcilerin oldukları yerlerde kalması gerektiği ifade edilirken, Filistin mültecilerin topraklarına geri dönüş hakkı ise yok sayılmaktadır. Sınırlar konusu da, kurulacak bir ortak komisyona havale edilerek geçiştirilmiş ve Birleşmiş Milletler kararlarındaki 1967 öncesi sınırlar tanımı yok sayılmıştır.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Mescid-i Aksa’nın hamisi olan Ürdün’e de yoğun baskı yapılarak, Filistinlilerin bu planı kabul etmelerini sağlamaları istenmiştir. Bir türlü Filistin yönetimine sözünü geçiremeyen ABD büyükelçisi biraz daha ileri giderek, “Mahmud Abbas’ın indirilip, yerine Muhammed Dahlan’ın getirileceğini” açıklamıştır. Daha İbrahim Anlaşması açıklanmamışken, Körfez’deki Arap monarşilerindeki bazı yöneticiler yaptıkları açıklamalar da, Filistinlileri eleştirerek, sözde Yüzyılın Planı’nı kabul etmeyen Filistinlilere daha fazla tahammül etmek istemediklerini söylemişlerdir. Tam da İsrail’in istediği gibi Arap birliği bozulmuş ve Filistin ve Kudüs hassasiyeti ortadan kalkmıştır.
Planın kabul edilmemesine rağmen sahada yaşanan gelişmeler, planın zaten uygulamaya konulduğunun düşünülmesine sebep olmuştur. Zira sınırları belirlemek için kurulması öngörülen ortak komisyonun ortada yokken, ABD’li ve İsrailli uzmanlar sınır belirleme çalışmalarına başlamışlar ve bu kapsamda Batı Şeria’nın ilhak planı gündeme getirilmiştir.
Ağustos’ta açıklanan İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki normalleşme anlaşması ise, İsrail ile bu ülke arasından uzun süreden beri devam eden gizli görüşmelerin, alenileşmesini ve safların belirginleşmesini sağlamıştır. Sözde İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak planının iptal edilmesi karşılığında yapılan normalleşme anlaşmasının farklı dillerdeki içeriklerinin de farklı olduğunun ortaya çıkması ise, tarafların niyetlerini ortaya koyması bakımından önemlidir.
İşte dört yıl önce, Trump’ın göreve başlamasının hemen öncesinde kaleme alınan yazıdaki durumdan bugüne geldiğimizde karşılaştığımız tablo budur. O zaman için karamsar bulunan tahminlerin, maalesef gerçekleşmiş olması ise en büyük ızdırabımızdır. Zira bugünler göz göre göre gelmiştir. Bu kadar da olmaz denilen her şey gerçeğe dönüşmüş, iğdiş edilmiş topraklarda hayatta kalma mücadelesi veren Filistinliler artık hiç kimse tarafından umursanmaz hale gelmiştir. Trump kendi ülkesinde istediği her şeyi başaramamış olabilir ancak, Filistin’i tam da istediği gibi bir enkaza çevirdiği ise bir gerçektir.
Haftaya, “Biden dönemi Filistinliler için restorasyon olacak mı?” konulu yazıda görüşmek dileğiyle.