Teknik ilerlemenin sonucunda ortaya çıkan teknoloji paradigması bireyleri, toplumları, devletleri ve kurumları değişime zorlar.
Geçen yazının sonunda şu soruyu sormuştum: “Bu değişim trendleri içinde birey, firma ve devletlerin stratejileri ne olmalıdır?” Bu yazıda yukarıdaki soruyu dolaylı yoldan ve tarihi bir örnekle cevaplamaya çalışacağım. Elbette bu çok kapsamlı bir problemdir. Teknolojik değişim ve onun firma bazında üretime yansıması olan teknik ilerleme ile küresel ölçekte ortaya çıkan teknoloji paradigması zaman içinde toplumsal ve siyasi yapıda da değişimleri zorunlu kılmaktaydı. Aynı zamanda bireyin içinde yaşadığı şartların değişimi sebebiyle yaşam tarzında ve tüketim kalıplarında da radikal değişimler olabilmekteydi. Önemli olan üretim teknolojisindeki değişime toplumun değerlerini parçalamayacak ölçüde hızlı bir şekilde intibak etmek olmalıdır. Buradaki kastım bireyin yaşam tarzında, toplumun örgütlenmesinde ve kurumların yapısında gerçekleşecek değişimin hızıdır. Yoksa üretim teknolojisindeki değişim ne kadar hızlı gerçekleştirilirse o kadar daha az maliyetli olur.
Teknik ilerlemenin sonucunda ortaya çıkan teknoloji paradigması bireyleri, toplumları, devletleri ve kurumları değişime zorlar. Bireylerin yaşam tarzları ve tüketim kalıplarını değiştirmeleri nispeten kolay iken, toplumsal değişim ağır ve sancılı olabilir. Çünkü toplumsal değişim toplum içindeki güç ve itibar ilişkilerinin değişmesine, yeni teknoloji paradigması ise kârların sektörel dağılımının değişmesine yol açar. Bu ise toplum içindeki bazı grupların güç ve itibar kaybederken yeni bazı grup ve zümrelerin güç ve itibar kazanmasına sebep olabilir. İşte güç ve itibar kaybına uğrayan grup ve zümreler toplumsal değişime muhalefet ederler. Bu değişim karşıtı toplumsal muhalefetin finansörü de kâr oranları düşen ve varlıkları tehlikeye giren sektörlerdeki sermaye sahipleri olur. Bu yüzden teknoloji paradigmasının değişiminin yol açtığı toplumsal değişim dönemlerinde devletin bu değişimi akılcı bir şekilde yönetmesi, geçiş döneminde “yaratıcı yıkımın” toplumsal maliyetlerini yumuşatacak önlemleri alması ve bir yumuşak geçiş sürecini koordine etmesi gerekir. Eğer bu süreç doğru idare edilirse, toplumdaki güç ve itibar değişimi süreci grup ve zümrelere en az kayıpla, kâr ve servet dağılımı süreci de en az maliyetle tamamlanır. Eğer süreç iyi idare edilmez ve/veya göz ardı edilirse yıkımın iktisadi, toplumsal ve siyasi faturası çok daha ağır olur. Bunu bir örnekle anlatalım:
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde Türk ve Japon toplumunu değerlendirelim. Japonya’da İmparator Meiji ve bizde Sultan II. Mahmut Han dönemlerini örnek olarak ele alacağız.
MEİJİ DÖNEMİ JAPONYASI VE II. MAHMUT DÖNEMİ TÜRKİYESİ
Meiji dönemi Japon tarihinde 23 Ekim 1868'den 30 Temmuz 1912'ye kadar uzanan bir dönemdir. Meiji dönemi, Japon halkının Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilme riskiyle karşı karşıya olan yalıtılmış bir feodal toplum olmaktan çıkıp Batılı güçlerin etkisi altında ortaya çıkan modern, sanayileşmiş ulus devlet ve yeni ortaya çıkan bilimsel, teknolojik, felsefi, politik, hukuki ve estetik fikirler çerçevesinde teknoloji paradigmasına uyum sağlayarak küresel büyük güç konumuna geçtiği dönemdi. Tamamen farklı fikirlerin bu kadar toptan benimsenmesinin bir sonucu olarak, Japonya'daki değişiklikler derindi ve sosyal yapısını, iç politikasını, ekonomisini, askeri ve dış ilişkilerini etkiledi. Dönem, İmparator Meiji'nin saltanatına denk geliyordu.
Meiji dönemindeki hızlı modernleşmenin muhalifleri de vardı; toplumdaki hızlı değişimler, eski samuray sınıfından pek çok hoşnutsuz gelenekçinin 1870'lerde Meiji hükümetine karşı isyan etmesine neden oldu; bunların en ünlüsü Satsuma İsyanını yöneten Saigō Takamori'ydi. Ancak Meiji hükümetinde hizmet ederken sadık kalan Itō Hirobumi ve Itagaki Taisuke gibi eski samuraylar da vardı.
Japon modernleşmesinin başarısında Batı’dan alınan fikirlerin doğrudan taklidinden ziyade geleneksel Japon kültürü ile sentezlenmesi, değişime muhalif olan, özellikle yerel asilzadeler olan şogunların bürokrat ve iş adamı sınıfına dönüştürülme sürecinin hızlı olması, şogunların vurucu gücü olan ve bizdeki yeniçerilere benzer şekilde efsanevi savaşçılar olan samurayların zamanında bastırılıp yeni orduya entegre edilmelerini gösterebiliriz.
Meiji’den neredeyse 42 yıl önce Sultan II. Mahmut Han 1826 yılında Vaka-yi Hayriyye ile eski devlet ve toplum sisteminin unsurlarını sert bir şekilde tasfiye etti. Devam eden süreçte Tanzimat Dönemi adı verilen kılık kıyafette ve devlet teşrifatında batılı gibi olan ama üretim yapısı olarak hâlâ bir tarım toplumundan farklı olmayan bir Türkiye manzarası ile karşı karşıya kaldık. Yenilenme sürecinde başta yeniçeriler olmak üzere eski ordu tamamen kanlı bir süreçte tasfiye edildi, buna mukabil yerine gelen yeni ordunun yerleşmesi zaman aldı. Bu da hem iç hem dış güvenlik açısından sorunlar doğurdu. Batılı kurumların yerleştirilmesi, imparatorluk toplumunun üst yapısından modern milli devlet üst yapısına geçerken eski ile yeninin sentezinin etkinlikle yapılmaması, değişimin sadece üst yapıda kalıp üretim altyapısında değişimin sağlanamaması, modern milli devletin temelini teşkil eden vatandaşlığa dayalı millet kavramının oluşturulamaması, aksine modernleşme yolundaki reformların farklı etnik ve dini unsurlarda ayrılıkçı ve milliyetçi akımları teşvik etmesi Türkiye’nin modernleşme sürecini zayıf ve başarısız kılmıştır.
Japon modernleşmesini Türk modernleşmesinden daha başarılı kılan unsurlar tarihi ve jeo-politik unsurlardır. Japon toplumu Türk – Osmanlı toplumuna göre daha homojen bir toplumdu, daha açık konuşursak, tek etnisiteye dayalı bir toplumdu. Öte yanda Osmanlı ise Türk kültürünün hakim olmasına rağmen çok etnisiteli ve çok dinli bir toplumdu. Böyle bir toplumun heterojenliği milli devletin üst yapı kurumlarının çok da etkili olmaması sonucunu doğurdu. Bir başka farklılık Japon toplumunun tam anlamıyla feodal bir yapıya sahip olması idi. Bu yüzden ellerinde birikmiş servet olan bir asilzadeler grubu – şogunlar- bulunmaktaydı. Yeni düzenle birlikte şogun aileleri holding sahibi sermayedarlar olarak Japon tipi tekelci bir kapitalizmi hayata geçirdiler. Bizde ise yerli Türk aristokrasisi bulunmamaktaydı, ticaret Müslüman ve Türk ahalide yaygın bir iş değildi, toprakta özel mülkiyet bile yoktu. Doğal olarak bunun sonucunda sanayi sermayesine dönüşebilecek birikmiş servet sahibi aileler de bulunmamaktaydı. Bu yüzden Türk tipi bir sanayi kapitalizmi oluşamadı. Üçüncü faktör Japonya’nın ada devleti olması ve dış güçlerin baskısından Türkiye’ye göre daha korunaklı olmasıdır. Öte yandan o dönemdeki Türkiye emperyalist Batı toplumlarının doğrudan hedefinde, dışarıda savaşlar içeride isyanlarla boğuşan, zaman içinde hızla biriken bir dış borç sorunuyla karşı karşıya bulunan bir ülke konumundaydı.
Teknolojik paradigma değişimini doğru yöneten devlet Japonya idi ve bu Japonya’nın bir büyük güç olarak 20’inci yüzyıla girmesini sağladı. II. Dünya Savaşı sonrasında bile bu birikmiş servet, beşeri ve mali sermaye Japonya’nın süratle toparlanmasında önemli bir faktördür. Öte yandan Türkiye, II. Mahmut sonrası Osmanlı yönetiminde modernleşmesini ve değişimi doğru idare edememiştir. Elbette yukarıda bahsettiğim dışsal faktörler bu başarısızlıkta önemli role sahiptir. Ancak “değişimi yumuşak geçişle” sağlamak yolunda uygulanması gereken politikalar tam da bu kısıtların etkilerini en aza indirecek şekilde uygulanmadığı için başarısızlık gelmiştir. Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet inkılabı ise aynı işi çok daha hızlı ve sert bir şekilde yapmak zorunluluğundaydı. Bu ise bugün hâlâ temel problemlerimizden biri olan bölgeler arası gelişmişlik farkları, hızlı ve çarpık sanayileşme, orantısız şehirlileşme, bir şehir ve burjuva kültürünün tam anlamıyla oluşturulamaması, bireylere tam anlamıyla bir milli aidiyet verilememesi gibi sorunları doğurdu. Biz bir önceki paradigmaya tam olarak uyum sağlayamamışken şimdi kapımızda yeni bir teknolojik paradigma değişimi durmaktadır. Bu değişimi bu sefer iyi yönetmek zorundayız ve bu süreçte kısır parti çekişmeleri ve şahsi menfaat kavgaları ekseninde değil ortak hedefe kanalize edilmiş bütün bir milletin gücünü seferber etmeliyiz.