Bugün içinde bulunduğumuz iktisadi kriz ortamında iktisatçılar olarak bizlerin vazifesi ilk önce hastalığı teşhis etmektir.
Marmara Üniversitesi’nde öğrenci iken İktisada Giriş dersini Taner Berksoy’dan almıştım. Taner Hoca bir derste “iktisat biliminin tıp bilimine benzediğini” söylemişti. Her iki bilimde de hastalıkların tedavisi esas idi. Ancak tedavinin doğru olması için teşhisin de doğru olması gerekir. Aslında bütün bilim dalları için de bu yaklaşım geçerlidir. Her türlü bilim disiplini ilgilendikleri konularda sorulan sorulara cevap vererek gelişir. Yani bilimin temel amacı insanlığın karşı karşıya kaldığı sorulara cevap üretmektir. Diyeceksiniz ki, din ve felsefe de aynı şeyi yapmaz mı? Modern felsefe aslında bir “düşünce yöntemi geliştirme” sanatıdır. Klasik dönemde felsefe içinde sanatı ve bilimi de barındırdı. Modern zamanlarda ürün ve üretim faktörlerinde standartlaşmaya ve sınıflandırmaya gidildiği gibi “güzellik algısı ve bilgisi / estetik” ile ilgili alanlar sanat olarak, “gerçeklik algısı ve bilgisi” ile ilgili alanlar bilim olarak felsefeden ayrı sınıflandırılmıştı. Bu bağlamda modern felsefe aslında sorulara cevap vermeyi değil, “soru sorma” ve “sorulara cevap verme” yöntemini araştırır. Öte yandan din de bilimle benzer bir şekilde sorulara cevap vermeyi amaçlar. Ancak din bilimden üç yönde farklılaşır: Birincisi dinin ve/veya ahlakın cevap aradığı sorular “gerçek ile gerçek olmayanın” değil “doğru ile yanlışın” doğasına dairdir. Din adamlarının verdikleri fetvalarda “neyin haram, mekruh, günah ve benzeri” yanlış kategorisine ait olduğu, neyin de “sevap, müstehap, sünnet, farz ve benzeri” doğru kategorisine mensup olduğu belirtilir. Bilimin amacı ise ne sanat gibi “güzeli”, ne de din ve/veya ahlak gibi “doğruyu” araştırmaktır. Örneğin hayat pahalılığı ve gelir eşitsizliği hem çirkindir hem de yanlıştır. Ama bu bizim de dâhil olduğumuz birçok ülkede hayatın katı ve acımasız bir gerçeğidir. Sanat eserleri, örneğin Gazap Üzümleri gibi romanlar hayat pahalılığı ve gelir eşitsizliğinin ne kadar çirkin olduğunu anlatırken, başta İslam olmak üzere bütün dinler hayat pahalılığı ve gelir eşitsizliğinin ne kadar yanlış bir olgu olduğunu ifade ederler. Bilim ise hayat pahalılığı ve gelir eşitsizliğinin bir gerçek olduğunu kabul eder ve bunun sebeplerini araştırır.
İkinci farklılık, din sorulara kesin cevaplar verir. Bilim de ise sorulara kesin cevaplar yoktur. Çünkü gerçekliğin doğasında değişim vardır. Belli bir mekân ve zaman içindeki şartlara bağlı olarak gerçekliğin doğası da değişir. Örneğin, yine iktisadi olaylardan gidecek olursak, 2001 Krizi ve 2018 Krizi görünüşte birbirine çok benzemektedir, ancak bu iki krizde de benzerlikler kadar, hatta daha fazla farklılıklar vardır. Çünkü şartlar değişmiştir. Bu yüzden bilimde bir soru cevaplandırılırken hiçbir zaman bir tez kabul edilmez. Ancak tezlerden biri reddedilmez, diğeri reddedilir. Dolayısıyla bilim gerçek olanı, ilk önce gerçek olmayanları eleyerek ortaya çıkarır. Din ve/veya ahlakta ise bir şey doğruysa ilelebet doğru, bir şey yanlışsa ilelebet yanlıştır.
Bugün içinde bulunduğumuz iktisadi kriz ortamında iktisatçılar olarak bizlerin vazifesi ilk önce hastalığı teşhis etmektir. Yani krize yol açan gerçek sebep ve süreçleri tanımlamaktır. Ancak bu “hastalık teşhisi” yapıldıktan sonra “tedavi” uygulanabilir. Yani iktisadi sorunlara doğru çözümler bulmak için ilk önce doğru teşhis yapılmalı sonra da teşhise uygun doğru tedavi uygulanmalıdır. Burada, yöntemsel olarak din ve/veya ahlak gibi “doğru veya yanlışın” değil, “gerçek ile gerçek olmayanın” ayrıştırılması gereklidir.
“Hocam, çok soyut şeylerden bahsediyorsunuz? Hiçbir şey anlamadık?”, diye soruyorsunuz muhakkak. Örneklerle açıklayayım:
FAİZ ENFLASYONUN SEBEBİ MİDİR?
Üç kitaplı dinde de faiz haramdır. Sonradan Hristiyanlıkta bu konuda içtihat değişse ve Musevilikte kılıfına uydurulsa da bu konuda ana hüküm faizin “yanlış, doğru olmayan, haksız ve ahlaksız kazanca matuf” olduğudur. Bu bir inanç meselesidir, bin yıl önce de bin yıl sonra da faiz haram olarak addedilecektir. (Riba ile faizin farkları, dinen bu konuda verilen hükmün şartları ayrı bir bahis mevzuudur. Dileyen 17 ve 20 Ocak 2020 tarihli İslam’da Faiz Meselesi I ve II adlı yazılarıma bakabilir.) Ancak bir de iktisadi gerçeklik olarak bir faiz olgusu vardır. Faiz paranın kirasıdır ve dışa açık bir ekonomide faiz, kur ve enflasyon düzeyleri arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Diğer etkenler sabitken paranın değeri artınca faizin yükselmesi, Dolar ve Avro kurları ile enflasyonun düşmesi gerekir. Yani faiz kur ve enflasyonla ters yönlü ilişkidedir. Ancak “Faizli bir sistem yanlıştır, hele yüksek faiz bütün kötülüklerin anasıdır!” gibi bir inanç temelinde politika oluşturursanız, sonra da bu inancınıza bağlı olarak “Faizi düşürürsek, enflasyon da, dolar da düşecek.” diye gerçekleri inancınıza uydurmaya çalışırsanız, gerçekleri değiştiremezsiniz. Günün sonunda düşük faiz politikası yüksek enflasyona ve dolar kurunun patlamasına yol açar. Pekiyi başlangıçtaki sorun neydi? Paranın değer kaybı… Faiz kur ve enflasyon düzeyleri paranın değerini farklı düzlemlerde gösterir. İlk önce paranın değer kaybına yol açan aşırı dış borçlanma, üretimsizlik, aşırı finansallaşma, orantısız büyüme, yetersiz tasarruf gibi sorunları teşhis etmeniz gerekir. Sonra bu teşhise göre tedavi reçetesi yazarsınız. Bu örnekte ne olmuştur? Gerçeklikle bağı bulunmayan ve doğruluğuna kesin olarak inandığınız bir hükme bağlı olarak politika açıklar ve uygularsanız, bu politikanız beklediğinizin tam tersiyle sonuçlanır. Yani “ishal olmuş hastaya müshil vermek!” gibi bir duruma düşersiniz.
BAĞIMSIZ HUKUK OLMADAN İKTİSADİ KALKINMA OLUR MU?
Olur, bal gibi de olur. Çünkü sermaye birikimi kanunların adil ve evrensel hukuka uygun olmasına göre değil, kâr oranlarına göre belirlenir. Kapitalizm böyle işler. Bu da çirkin ve kötüdür, ama gerçektir. Bazı yazarlar (bunların arasında bir zamanlar ülkücü olarak bilinen ve şimdi “endişeli muhafazakâr” bir medya organında ultra liberal ve Batıcı yazılar yazan bir ağabeyimiz de var, DMD) ekonomik durumumuzun düzelmesi, krizden çıkmamız için ilk önce bağımsız bir yargının oluşması gerektiğini söylüyorlar. Hukuk tıpkı din ve ahlak gibi gerçeği araştırmaz ama doğruyu belirler. Bu doğru da o ülkede o zamanda hâkim olan siyasi müesses nizamın doğrusudur. Hukukun, ya da daha doğrusu kanunların, ekonomik kalkınma ile ilişkisi işlerin nasıl görüleceğine, yatırımların nasıl yapılacağına dair kuralların açık olarak belirlenmesi yolu ile olur. Dolayısıyla, “Hukukun ve kanunların bağımsız olması yüzünden dış yatırım gelir.”, demek yanlıştır. Dış yatırımlar kâra gelir. Kâr olanakları ortadan kalkmışsa, dünyanın en tarafsız ve en bağımsız yargısına sahip de olsanız ne yerli ne de yabancı yatırımcı bu ülkeye gelmez. Öte yandan Çin gibi dünyanın en baskıcı, en anti demokratik rejimlerine de (eğer kâr imkânı varsa) para akar. Bu gerçektir. Ama ülkücülükten liberal batıcılığa transfer olmuş ağabeyimiz gibi inandığınızı gerçekle karıştırırsanız, hayallerinizi de gerçek sanırsınız.
YENİ FEN LİSELERİ AÇARSAK TÜRKİYE HIZLI BÜYÜR MÜ?
Mühendis tedrisatı alıp ABD’den bir Finans Doktorası uydurup sonra Türkiye’deki holding üniversitelerinden birine paraşütle inen bir hocamız var. Demir gibi taş gibi özgür söylemlerinden biri de “Türkiye’de yeni Fen Liseleri açılırsa ekonomi hızlı büyüme fazına geçer.”, şeklindeydi. Bu da yine üretimin gerçeğinden kopuk, Romer’ın kendi fildişi kulesinde oluşturduğu hayali dünyasını anlatan modeline kesin bir imanla bağlı olmasından kaynaklanıyordu. Romer kısaca şunu söylüyordu: AR-GE yapılırsa ekonomi hızlı büyür, AR-GE için de eğitimin kalitesinin arttırılması gerekir. Burada piyasaların tam rekabetçi olması, buna bağlı olarak AR-GE yatırımlarının “0” kârlı olması ancak toplumsal açıdan pozitif dışsallıklara ve artan getirilere yol açtığı gibi birbiriyle çelişkili ifadeler de yer almaktadır. Pekiyi gerçek nedir? Fen Lisesinden en iyi eğitimle mezun ettiğiniz gençleri çalıştıracak tesisiniz olması gerekir. Yani alt yapınızın tamamlanmış, üretim tesislerinizin yüksek teknolojili üretim yapabiliyor olması gerekir. Bunun için de mali sermaye, yani para gerekir. Yetti mi? Yetmedi… AR-GE çöpe atılmış paradır. AR-GE yatırımının bir sonuç vereceği de garanti değildir, bu sonuç olsa bile size ne kadar kazandıracağı da garanti değildir. Bu yüzden yüksek AR-GE yapmak için çok yüksek miktarda mali sermayeye (paraya) ve yine çok yüksek miktarda fiziki sermayeye (yüksek teknolojili fabrikalara) ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan Fen Lisesinden adam mezun ederseniz, bunlar ya memlekette kalıp “call center” çalışanı olur, ya da bir yolunu bulup yurt dışına kapağı atar. Buna da “beyin göçü” deniyor. Bu örnekte de, kişinin inançlarını ve hayallerini gerçeğin yerine koyduğu, gerçeği araştırmak yerine doğruyu belirlemeyi amaç edindiği bir durumla karşı karşıyayız.
Neyse, yerimiz kalmadı. Hayırlı Cumalar.