Eşik aşılmadan ABD/Koalisyon/İsrail ve Direniş Ekseninin birbirini vurduğu bir Ortadoğu haftası daha geride kaldı. Kimi uzmanlara göre "bölgesel savaş" filan ilan etmese de bal gibi herkes savaşıyor. Bu ortamda füzeler havalarda uçuşurken hem ortamla hem de birbiriyle ilintili üç tartışma -ki bu üç tartışma aynı zamanda sahadaki belirsizliklerin hala belirsiz olarak kaldığını gösteriyor- gündemimizi işgal etti.
El yükseltmeye karşı el yükseltme: Basit bir denklem değil!
İlki, yani bu birbirini vurma hali nasıl bir tırmanmayı
tetikleyecek sorusu, ABD’nin cuma akşamı Irak ve Suriye’de İran destekli
milislere yönelik, cumartesi akşamı İngiltere ile beraber Husilere yönelik
düzenlemiş olduğu misilleme saldırılarından sonra yeniden soruldu doğal olarak.
Biden Yönetimi, Direniş Eksenine yönelik taktiğini “el yükseltmeye karşı el
yükseltme” olarak açıklamış durumda. Bu bölgede 7 Ekim’den itibaren süregiden
misilleme-karşı misilleme çemberini açıklıyor ama sahadaki gerçeğin çok azını
yansıtıyor. Herkes de bunun farkında. Sahadaki gerçek, el yükseltme ile
tansiyon düşürme hamlelerinin yan yana gittiği çok cepheli bir savaş
görüntüsünde. İran geçtiğimiz haftalarda Kuzey Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinin
yanında Pakistan’ı da vurmuştu hatırlanacaktır. Taraflar karşı misillemeden
sonra bir yanlış anlamaya mahal vermemek için çabucak diplomatik ilişkileri
kurdular. Ama İran’ın bu hamlesinin stratejik ve psikolojik bir mesajı olduğu
da açıktı yani Tahran nükleer caydırıcılığı olan bir aktörü karşı hamle yapmaya
tetiklemeyi göze aldığını göstererek, bizzat misillemelerin parçası olursa el
yükseltmeyi, gerçekten el yükseltme olarak sahaya süreceğini söylüyordu. Öte
yandan, İran’ın gerçekten bu el yükseltme noktasına ulaşmasına da ihtiyaç var
mı, diye soranlar var çünkü Direniş Ekseni militanları sahada bir orada bir
burada bir buradaki grupla bir oradaki grupla yeterince zarar verici
olduklarını kanıtladılar (-ki daha Hizbullah tam anlamı ile sahnede bile
değil). Tahran, bu gruplar kimi zaman tam kontrolündeymiş, kimi zaman onlar
üzerinde kontrolü yokmuş gibi takılabiliyor. Dolayısıyla bu tür milis güçler,
hele ki iyi istihbarat ve teçhizat ile donatılmışlarsa, çok değerli o ara el
yükseltme aracını oluşturuyor. Karşı tarafa da İran’ı doğrudan hedef almadan
cevap vermek ve itişip kapışmayı kontrol eşiğinin ötesine taşımadan tutmak için
stratejik fırsat veriyor. Vekalet savaşının doğasına hoş geldiniz.
Irak-Suriye-Ürdün: Mesaj acaba ne?
Geçtiğimiz hafta yine de bir kazaya sebebiyet vermemek için
taraflar vururken de-eskalasyon/tansiyonu düşürme stratejisini rafa
kaldırmadıklarını birbirlerine anlatmaya özen gösterdiler. Ürdün’de 3 ABD
askerinin ölümü, birkaç onunun yaralanması ile neticelenen saldırıyı üstlenen
Kataib Hizbullah yayınladığı bir açıklama ile ABD’ye yönelik saldırılarını
askıya aldığını duyurdu. Bu duyurunun arkasında, Irak’taki dengeleri idare
etmekte zaten çok zorlanırken, bir de yeniden ABD-İran vekalet savaşının sahası
olmaya doğru giden Irak’ın baskıları olduğu görülüyor. Ancak açıklamanın tonu,
İran’da resmi organlarda yayınlanırken bir iki satırının es geçilmiş olması
bize İran’ın da olaya el koyarak, tansiyon düşürme mesajı verdiğini gösteriyor.
Oysa Kataib Hizbullah’ın yaptığı saldırı ABD askerinin kanı dökülmesi
meselesinden (bana sorarsanız ABD hükümetleri 2000’lerden itibaren bu konuda
histeri yaratmıyorlar) daha önemliydi. Ürdün’deki Tower 22 olarak bilinen ABD
üssü, Amerika’nın Suriye’deki amaçları açısından da önem taşıyan bir nokta.
Üstelik bir süredir Ürdün ve Suriye arasında sınırda “kaçakçılık” mevzusu
nedeni ile sorunların yaşandığını da hatırlayalım. Bu iki neden ABD şahin
kalemlerinin spekülasyonlarını da beraberinde getirdi. Söz konusu kaçakçılığın
“direniş eksenini beslemek” ve İran yanlısı network üzerinden
Ürdün-İsrail-Filistin ilişkilerindeki statükoyu bozmak olduğunu iddia eden ve
ABD, Ürdün’ün Patriot isteğini göz ardı etmişken saldırının ABD-Ürdün
ilişkilerinin yumuşak karnını sergilemek amacıyla yapıldığını söyleyenler var.
Ayrıca, ABD’nin Irak ve Suriye’den çekilmeyle ilgili
planları olduğu basına yansımıştı. Bu noktada Irak ve Suriye’de ABD’nin karşı
karşıya kaldığı dinamikler farklı olsa da Afganistan’daki gibi bit tür Vietnam
çekilmesi planlanmıyorsa o zaman ABD’nin pek çok farklı aktörle sahadaki
dengeler için pazarlık yaptığını, farklı aktörlere farklı vaatlerle gittiği bir
arka kapı diplomasisi de yaşanıyordur. İran destekli, Irak’ta varlık hattı olan
bir grup Ürdün’deki ABD üssünü vuruyorsa, hedefin bu pazarlıklardaki dinamikleri
değiştirmek olduğunu söyleyenler de var. ABD, bütün bir hafta vuracağı
hedefleri ve vurma gün ve saatini neredeyse davul-zurna çalarak duyurduğu için
ABD-İran ile arka kapı diplomasisi kanallarını açık mı tutuyor ve oradan Gazze
dışında bir şeyleri mi görüşüyor sorusu daha yüksek perdeden soruldu. Tabi,
Washington bu olasılığı reddediyor, amacının İran’ı ya da Devrim Muhafızlarını
İran’da vurmak olmadığını söylüyor (-ki İran da amacının ABD ile savaşmak
olmadığını, Gazze’deki savaşa odaklanılması gerektiğini söyledi). Hatta,
cumartesi günkü Husilere yapılan saldırıdan sonra Washington çok fazla kelle
alma hedefini de gütmediğini kibarca açıkladı (- ki İran saldırıyı kınadı ama
misilleme tehdidinde bulunmadı). Washington temel amacının caydırıcılık
olduğunu söyleyip duruyor. Kontrol eşiğinin geçilmesini caydırmak noktasında
ABD’nin ben de buradayım demek dışında bir caydırıcılığı var mı, aslında bu
belirsiz zira eşik aşılmasa da savaş var ve Gazze ile de sınırlı değil. Bu
noktada direniş ekseni unsurlarını caydıramayacağını ABD yönetimi bizzat
Biden’ın ağzından söyledi. Öyleyse ABD’nin el yükseltme/misilleme-karşı
misilleme fasit dairesine dahil olmasının amacı ne? Şimdilik en önemli amaç:
ABD’nin bir Vietnam anı yaşamadığını göstermek olduğunu düşünüyorum. Ama bu
gösteri, gerçek bir niyeti mi (Ortadoğu’yu kaybetmeyeceğiz) yoksa ABD’nin arka
kapı-ön kapı pazarlıklarında (Blinken 5. Kez bölgeye geliyor) verilen/verilmesi
gereken bir mesaj mı, bu sorunun cevabı net değil.
Riyad’dan gelen haberler ve ateşkes beklentisi
Gündemimize giren ikinci mesele, aslında bu arka kapı-ön
kapı pazarlıklarının Gazze’nin çok ötesinde olduğunu gösteriyor. Bu hafta
çeşitli kanallardan Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme için ABD ile
görüştüğü ve kapsayıcı bir anlaşma talep ettiği basına yansıdı. Davos’da Suudi
Arabistan dış işleri bakanı Gazze’de saldırılar sona ermeden ve Filistin
meselesine bir çözüm bulunmadan normalleşmenin olamayacağını bir soru üzerine
söylemişti. Meselenin yeniden ısınması, şimdi ısınması dikkate değer. Haberleri
ilk okuduğumda tarihi iki kere kontrol etme ihtiyacı duydum zira 7 Ekim
saldırısı öncesi öne çıkartılan öncelik listesi aynen korunmuştu: ABD’den ciddi
güvenlik garantilerinin alınacağı bir güvenlik ve savunma anlaşması ve nükleer
iş birliği. Riyad, bu iş birliğinin Krallığı, İran ne elde ettiyse o noktaya
getirmesini de talep ediyordu bağlam içinde 7 Ekim’den önce. Filistin
meselesinin 7 Ekim’den önceki kadar olmasa da Riyad’ın söyleminde geri plana
itilme ile itilmeme arasında gidip geldiğini görüyoruz. Krallık, Gazze’ye
saldırıların durmasını, uluslararası yardıma izin verilmesini, İsrail’in iki
devletli çözümü benimsemese de bunun da konuşulabileceği görüşme süreçlerine
hazır olduğunu ifade etmesini yeterli bulmuş görünüyor haberlere göre. İki devletli
çözümü, Bağımsız Filistin’i tek çözüm olarak gören Riyad deklarasyonunun
üzerinden çok uzun zaman da geçmedi. Direniş ekseninin Yemen ayağının direniş
kabiliyetinin Riyad'ı endişelendirdiği muhakkak. Bunun dışında İran’ın
caydırıcılığını güçlendirecek bazı adımlar atmak zorunda kalabileceği bir yakın
gelecekte nükleerleşme ile ilgili treni çok hızlıca yakalamak istiyor. Daha iyi
niyetliler, Riyad’ın Netanyahusuz bir İsrail’i cesaretlendirdiğini de söylüyor-
zira Riyad, bölgesel bir denge kurulacak ise yaralı filan İsrail’in dengelemede
olması gerektiğini düşünüyor. Bunun için Natanyahu’nun gitmesi ve tabi
İsrail’in daha fazla kanamaması lazım.
Pek çok kişi Netanyahu’nun politik bir bağlılık sözü
verilmese dahi iki devletli çözümün adını bile duymak istemediğinin farkında.
Zaten bu nedenle İsrail bugün Gazze’de askeri hedeflerini hala
gerçekleştiremese de- ki bu hedef Hamas’ı bitirmek olarak ortaya konulmuştu-
Hamas’ın bitirilebildiği bir geleceğe, politize olmuş bir Filistin davasına
Netanyahu’nun hazır olmadığı söyleniliyor. Geçici de olsa ateşkes ile ilgili
pazarlıkların sürekli akamete uğramasının temel nedenlerinden biri de bu. Bu
mesele yani ikinci bir ateşkes, bu ateşkesin koşullarının ne olacağı, ilgimizi
ve bölgesel diplomasinin saatlerini almaya devam etti. Pazar akşamı Hamas’ın
konuyla ilgili açıklama yapması bekleniyor. İsrail Savaş Kabinesi de muhtemelen
aynı saatlerde toplanacak. Bu yazı kaleme alındığında belirsizliğini koruyan bu
konu üzerinde olumlu bir gelişme var mı yoksa taraflar kazançların ve
kayıpların dağılımında anlaşamadılar mı göreceksiniz. Sonuç olumlu olursa, bu
ayrı bir analiz yazısını hak eder, sonuç olumsuz olursa pek çoklarına göre bu
da şaşırtıcı değil. Zira, mesele artık Gazze ve Hamas değilken ve ABD’de Trump
beklenirken Netanyahu son zarını Biden sonrası Ortadoğu’yu beklemek için
atabilir – ha bu arada İsrail soykırım suçu ile yargılanacak, Netanyahu’nun
faturasını nasıl ödeyeceklerini de İsrailliler düşünsün.