Şimdi diyeceksiniz ki bu güzel yaz gününün hafta başında ölümden söz edilir mi?
Şimdi diyeceksiniz ki bu güzel yaz gününün hafta başında ölümden söz edilir mi? Güzel şeyler yazmak varken. Edilir bazen, hele dün Babalar Günü ise. Özlem ve hüzün dolu bir gün ise. İnsanın sorası geliyor “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye. Burada ölümün tanımını yapmayacağım hatta ölümü de kötülemeyeceğim. Sadece hissettirdiklerini paylaşacağım. Bu yazımda belki de hayatta hiç yaşamadığınız hiç bilmediğiniz duygulara yer vereceğim. Yaşamasanız da saklayın bir kenarda, bir gün işinize yarayabilir!
O sadece benim babam değildi. Yoksulun, işsizin, ezilenin, kimsesizin de babası idi. Otuz beş yıllık Türkiye Şeker Sanayi geçmişinde büyük izler bırakan ve büyük sözlerle anılan baba bir bürokrattı. Tıpkı Orhan Veli’nin kitabe-i seng-i mezar’da söylediği gibi “Bir akşam uyudu, uyanmayıverdi.” Yüzüne baktığımda hafif bir tebessüm vardı. Sanki mutlu sona ermiş gibi. O vakit anladım hayatın ölümle tamamlandığını. Ölmeden yaşamış sayılmayacağımızı.
Yaşam sürecinin tamamen durması onun itici gücü için müthiş bir rahatlama olmalı. Belki de ölülerin yüzlerindeki tatlı memnuniyet ifadesinden kısmen sorumlu olan budur. Gözleri kapamak ve sıyrılmak herkesten, her şeyden...
Babanız gidince çocukluk biter ve yeni bir hayat başlar önünüzde. Onun bu gidişi büyütür insanı, hem de aniden, hiç ummadığın anda, birdenbire. Hüzün ile büyütür seni, kimse anlayamaz derdini sıkıntını. Anlatamazsın anlamalarını da bekleyemezsin bir bencil gibi.
Aslında ölüm ölmüş olanı pek de ilgilendirmiyor. Zira ölenin öldükten sonra onun ne hissettiğini bilemeyiz. Üzgün mü, kızgın mı, özlüyor mu, pişman mı? Aslında geride kalanlardır ölümü yaşayan.
Benim bir dörtlüğümde yazdığım gibi:
Tanrı önce ol dedi insana, Tanrı sonra öl dedi insana. Aradaki fark iki noktaymış meğer: Olduk ve Öldük…
Ölen öldü kalan sağlar misali burada kalanları üzen ayrılığın oluşu. Orhan Veli’nin dediği gibi “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı…” Ayrılık! Ah o ayrılık. Türkülere şarkılara geçmiş ayrılık. Yaman ayrılık, her bir dertten ala ayrılık. Dokunmak istersin dokunamazsın, sarılmak istersin sarılamazsın, koklamak istersin koklayamazsın, zamanı geri almak istersin alamazsın…
Ölüm ilk defa gideni kabulleniştir. İçinizde onun döneceğine dair en ufak bir umudun kalmayışıdır. Cemal Süreyya’nın söylediği gibi: "Ölüm bu, kimsenin bağışıklığı yok." Hoş hayat sonsuz olsaydı, bir anlamı olur muydu yaşadıklarımızın?
İnsanoğlunun sahip olduğu en önemli yeteneklerden biridir zamanla alışmak. Öyle olmasa ne ölüme dayanırdı insan yüreği ne de ayrılığa.
Çocukken ne kadar küçük şeyler için ağlardık oysa. Bir oyuncak araba, bir bebek... Şimdi büyüdük... Çok büyük olaylar bile ağlatamıyor bizi. Ölümler, iflaslar, ayrılıklar, savaşlar... Şimdi daha mı güçlüyüz yoksa daha mı alışkın? Hayatı öğrenmek alışmak mı dersiniz? Alışmak hayatı sürdürebilmenin yegane nedeni. Yoksa nasıl yaşayabilir insan bir ölümün ilk günündeki ya da sevdiğinden ayrıldığındaki acıya alışmadan.
İnsanoğlunun başına gelen tüm zorluklara karşı direncini artıran, büyük güç, yetenek. İnsanoğlu (henüz kendisi bilmese de), ölüme, acıya, terk edilmeye alışır ve ancak böyle ayakta kalır. İnsan, sandığından çok daha güçlü bir varlıktır.
Bu da bizim mucizemiz belki. İnsanoğlunun yegane özelliği.
Kutuplardan Afrika’nın çöllerine, kalabalıklardan yalnızlığa, varlıktan yokluğa, her ne kadar yeter artık yapamıyorum desek de başlangıçta, sonrasında evrilip bükülüyor ve uyum sağlıyoruz usulca her koşula. Hayatta kalmak, varlığını korumak adına hem psikolojik hem de fiziksel uyum sağlamanın tanımı ALIŞMAK.
Babamsız 6.yılım. Zaman çok çabuk geçiyor onsuz, bir daha onsuz ve bir daha… Sonra alışıyorsun onsuzluğa; ama unutmuyorsun. "Hatırlamak bir buluşma biçimidir." der Halil Cibran. Kaybettiklerimizle anılarda buluşmak dileği ile…