Pazar günü Fransa'da gerçekleşen başkanlık seçimi bir kez daha gözler önüne serdi.
Pazar günü Fransa'da gerçekleşen başkanlık seçimi bir kez daha gözler önüne serdi. Avrupa kıtası için en az terör kadar büyük bir tehlike daha var: Irkçılık! Marine Le Pen sadece oyların yüzde 21,5'ini alarak ikinci tura kalmadı aynı zamanda Fransa'nın bir çok yöresinde birinci oldu. 7 Mayıs 2017 tarihinde yapılacak olan ikinci turda Emmanuel Macron karşısında kazanma şansı olmasa da kamuoyu yoklamalarında takriben yüzde 38 civarında oy alması bekleniyor.
“Avrupa düşmanlığı” geçen yıl İtalya'da yapılan referandumda etkili olmuştu. Şimdi Fransa'da ise “Avrupa düşmanlığının” vardığı boyutlar ürkütücü boyutlarda.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından ırkçıların bu derece açık bir şekilde “insan haklarını ayaklar altına alarak yabancı düşmanlığı” yapma cesaretini gösterebildikleri seçimlerin sayısı artmakta. Üstelik tüm Avrupa genelinde ırkçılar neredeyse her seçimde yeni bir başarı kazanmaktalar. AB de bundan payını almakta.
Sadece Avrupa Parlamentosu'nda 2014 yılından beri yüz civarında milletvekili açıkça “ırkçı propaganda” yaparak kazandıkları seçimlerin ardından politika yapabilmekteler.
Avrupa kıtasında bir daha Hitler ve Mussolini'ler “insanlığı tehdit edemeyecekler” diye sevinmenin aslında ne kadar erken olduğu da ortaya çıkmakta.
7 Mayıs 2017 tarihinde Fransa'da yapılacak başkanlık seçiminin ikinci turunda kazanamayacak olsalar da bu kimseyi sevindirmemeli. Eğer Avrupa'nın demokratları gereken önlemleri almazlarsa Avrupa kıtası bir kez daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya.
Pazar günü Fransa'da merkez partilerin adaylarının nasıl başarısız olduğunu izledik. Bu yeni bir durum değil. Son yıllarda hem Avrupa'nın tamamında hem de özellikle AB'de merkez partileri demokrasi açısından taşıdıkları sorumluluğu yerine getirememekteler. Aşırı sağa karşı başarısızlıkları onları daha da “beceriksiz” yapmakta. Aşırı sağcı oyları engellemenin yolunu “aşırı sağcı sloganlara” sahip çıkmak sanarak hep kaybetmekteler. Çünkü seçmenler her zaman “orijinal olanı” tercih etmekteler.
İşte durum ortada.
Avrupa düşmanlığına karşı yapılması gereken özellikle son yıllarda sığınmacılar konusunda olduğu gibi AB değerlerini ayaklar altına almak değil tam tersine AB değerlerine sahip çıkmak olmalı. AB'nin özellikle insan hakları alanında var olan değerleri Avrupa'nın barış ve huzurunun garantisiydi. Ancak bu değerler son on yılda en fazla merkez partileri tarafından çiğnendi.
İslam düşmanlığı, Türkiye düşmanlığı ya da yabancı düşmanlığı gibi ırkçı partilerin en önemli propaganda konuları karşısında “baş örtüsünü” yasaklamak, “Türkiye'de yapılan seçimlere yönelik farklı oy kullanan insanları hedef göstermek”, “okullarda Türkçe konuşulmasını yasaklamak”, “çifte vatandaşlığı kaldırmayı vaat etmek” ya da “Müslümanların tamamını terörle bağlantılıymış gibi göstermek” özünde en fazla ırkçı partilerin işine yaramakta.
AB kamuoyunu “Türkiye'ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a karşı düşman bir hale” getirenler aslında ırkçı partilerin propagandasına alet olmaktalar. Çünkü AB'de medyanın da başını çektiği tüm “Türkiye karşıtı kışkırtıcı” tüm “algı operasyonları” seçimlerde merkez partilerin daha fazla oy kaybetmesine neden olmakta.
Aynı şekilde “sığınmacılar konusunda önerilen her yeni yaptırım” ve sığınmacılara yönelik sert önlemler ırkçıların seçmenlere “bakın bizim dediklerimize geliyorlar, ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıkıyor” demelerini kolaylaştırmakta.
Bu yıl Hollanda'da seçimlerde olduğu gibi “aşırı sağcıların beklentileri doğrultusunda” “Türkiye düşmanlığı” yaparak seçimi kurtardığını sananlar ve bu gerçeği dile getirdiği için gazetemiz Daily Sabah'ın AP'de dağıtımını engelleyecek kadar anti-demokratik yöntemlere başvuranlar aslında ülkelerine demokrasiye “son darbeyi” vurmaktalar. Bir dahaki seçimde Hollanda'da bu gerçek aynı Fransa'da olduğu gibi ortaya çıkacak.
Eylül ayında Almanya'da yapılacak seçimler özellikle Brexit sonrası AB açısından hayati önem taşımaktalar. Almanya'da “Türkiye düşmanlığı”, “İslam ve Müslüman düşmanlığı” ve “Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı” ne CDU ve CSU'ya ne de SPD'ye bir yarar sağlamıyor. Tam tersine ırkçılar ve ufak partiler bu düşmanlıkları oya çevirmekteler.
Türkiye'deki referandumun ardından “çifte vatandaşlık ve benzeri uyum politikalarını” seçim malzemesi yapmaya kalkan merkez partileri iyi düşünmeli. Bu tartışmalar en çok AfD'nin işine yaramakta.
Hele Türkiye'ye yönelik olarak “AB üyeliği” üzerinden oy toplamaya kalkmak aslında hem AB'nin hem de Almanya'nın çıkarlarına aykırı. AB-Türkiye ilişkisi açısında Alman ve Türkiye'nin arasındaki ilişkiler çok önemli bir rol oynamaktalar Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve koalisyon ortağı Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel bu açıdan taşıdıkları sorumluluğun bilincinde yapıcı açıklamalar yapmaktalar.
Bu hafta cuma ve cumartesi günleri Malta'da gündeme gelecek olan Dışişleri Bakanları Toplantısı ve AB Zirvesi bir kez daha AB'deki ırkçıları çok sevindirecek “Türkiye” tartışmalarına sahne olmaya aday. Özellikle bazı AB üyesi ufak ve önemsiz ülkelerin dışişleri bakanları “Türkiye'nin AB üyeliğine” yönelik AB açısında vahim sonuçlara neden olacak talepler dile getirmekte.
Tüm bu yanlış ve AB'nin geleceğini daha fazla riske atan beklentilere karşı en başta Almanya olmak üzere AB'yi “sırtlarında taşıyan” büyük ülkeler gerekeni yapmak zorundalar.
Türkiye'de referandum sonuçlandı! Artık bu konuyu tartışmanın anlamı yok. AB ve Türkiye'nin ve de özellikle Almanya ve Türkiye'nin en başta sığınmacılar ve terörle mücadele olmak üzere sıkı işbirliklerine ihtiyaç var.
Avrupa'da ırkçılığın daha fazla başarılı olmasını engellemenin tek yolu Avrupa'nın Hristiyan ve Müslüman demokratlarının iş birliğidir.
Daha fazla vakit kaybetmeden örneğin Suriye'de bu iş birliğini sergilemek Avrupa'nın en acil sorunlarına da çare bulmak anlamına gelmektedir. Avrupa'da ırkçılığın terörden beslendiğini unutmamalıyız!