"Şu anda Türkiye toplumu, gazetecileri doğruları söylemekten öte, "belli ilişkilerini" güçlendirmek ya da zarara uğratmamak için yorumlar yaptığını düşünüyor."
Geçen hafta Radyo Bir’de hazırlayıp sunduğum Satır Arası programımın konuğu Yüksel Aytuğ’du. Bugün 102.0 frekansında tekrarı yayınlanacak olan yayını dinlemenizi öneriyorum, Aytuğ’la medyadan televizyon dünyasına uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Konvansiyonel medyanın bittiğine dair global çevrelerde yapılan yorumlar pandemiyle birlikte bana kalırsa bir süreliğine askıya alındı. Çünkü salgın gibi olağanüstü kriz durumlarında tüm insanların dijital yayınlardan öte geleneksel medyaya daha çok güvendiği yapılan tüm araştırmalarla kanıtlandı.
Fakat ben de herkes gibi televizyonu açtığımda bir iki zap yaptıktan sonra kendimi Netflix, Mubi, Amazon Prime gibi platformlarda buluyorum ve en sonunda Youtube’la günü kapatıyorum. Yüksel Aytuğ bunu, bireyin televizyonda dayatılanı değil, bu platformlardaki seçme özgürlüğüne dayandırıyor ve reklam olmamasının da önemli bir ayrıntı olduğuna dikkat çekiyor.
Tüm alışkanlıklarımız değiştiği gibi medya da değişiyor. Dijital platformların tüm üyeleri her ne kadar aynı zamanda bir ürün olsa da tercih özgürlüğü yabana atılacak bir durum değil. Öyle ya, izleyici sadece tercih etmiyor aynı zamanda içerik üretmeye karar verdiğinde de izleyiciden yayıncılığa geçiş yapıyor.
Bunun etkisini ben gelecek dönemin gazeteciliğinde de göreceğimize inanıyorum. Aytuğ’un güvensizlik nedeniyle “kız verilmeyecek mesleklerden biri haline geldi” dediği gazetecilik bu şekilde devam edemez. Gazetemizin genel yayın yönetmeni Okan Sarıkaya’nın dediğine de katılıyorum, eskiden ekonomik sebeplerle “kız verilmeyen meslek” olan gazeteciliğe bugün bir de güvensizlik problemi eklendi.
Gazetecilerin tarafsız olacağına hiçbir zaman inanmadım. Hepimizin tarafı var. Fakat tarafımızın olması doğruları söylememize engel değil. Annemizi kimseye değişmeyiz ama yeri geldiğinde de eleştirmekten geri durmayız, bu sevgimizi azaltmaz. Dolayısıyla şu anda Türkiye toplumu, gazetecileri doğruları söylemekten öte, “belli ilişkilerini” güçlendirmek ya da zarara uğratmamak için yorumlar yaptığını düşünüyor.
Sosyal hayatımızdan tutun da iş hayatımıza kadar her şeyin sil baştan yeniden yazıldığı bir dönemde medyanın ve gazeteciliğin “eski alışkanlıklarla” sürmesi mümkün değil, ciddi bir güncelleme şart.
Akıl tutulması
İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili yapılan tartışmalara bakıyorum da ciddi bir akıl tutulması yaşadığımızı düşünüyorum. Sözleşmenin kazanımlarından biri olan 6284 sayılı Kadına Şiddet Yasası halen yürürlükte. Zira kadına şiddet suçları sözleşmeyle değil, bu yasayla cezalandırılıyor. O nedenle sözleşmeyi tüm sorunların çözüm anahtarı gibi göstermek yanlış.
Öte taraftan yaklaşık on yıldır ülkemizde geçerli olan bu sözleşmenin aile yapısını bozduğuna dair yapılan yorumlara katılmıyorum. Aile yapısı bir sözleşmeyle bozulacak bir kavram değil. Zaten öyle bozuluyorsa, ortada bir aileden söz etmek de mümkün olmaz.
Aynı şekilde sözleşmenin “eşcinselliği teşvik edici” olduğuna ilişkin yapılan yorumları da anlamakta güçlük çekiyorum. En azından kendi çevremde bu sözleşmeyi okuyup da cinsel yönelimini değiştiren kimseye rastlamadım.
Türkiye’nin demokratik ve çoğulcu anlayışla hazırladığı ve son derece ilerici bulduğum İnsan Hakları Eylem Planı gibi İstanbul Sözleşmesi’nden de daha iyi bir metin hazırlayacağına inanıyorum. Sanırım şimdi bunun vakti.