Bugün günlerden 'edebiyat' olsun diyerek girişte üç beş cümle ile merhaba diyorum merhametini, vicdanını, vefasını, samimiyetini, amatör ruhunu, tebessümlerini kaybetmeme mücadelesi verenlere...
Seni düşündükçe, yazdıkça, yüreğimdeki mısralara ‘bendeki ilhamını’ yükledikçe, her seferinde biraz daha güzelleşiyorsun... Ve her seferinde yudumladığım mis kokulu hasretinle daha fazla ben oluyorsun...
Bugün günlerden ‘edebiyat’ olsun diyerek girişte üç beş cümle ile merhaba diyorum merhametini, vicdanını, vefasını, samimiyetini, amatör ruhunu, tebessümlerini kaybetmeme mücadelesi verenlere... Arada böyle kaçıp kaçıp sığınıyorum yürek zulamdaki cümlelere... Kaçıyorum ve kapıyı arkadan sımsıkı kilitliyorum aman kaçmasınlar, kirlenmesinler, manâsını yitirmesinler diye... Tekne kazıntısı misali kalan son yürek kırıntılarını da kaybederse insanoğlu, hayat girdabında döne savrula yitip gider en karanlık diplere!
Evet ara sıra aşka, insana, doğaya, yüreğe, vefaya, samimiyete sarmaşık misali doluyorum cümlelerimi ve doladıkça pıtır pıtır tomurcuklar eşliğinde yeşerdiğimi hissediyorum... Her şeye ve herkese olan güvenlerin sorgulandığı yıllara denk geldik maalesef! “Güvensizlik fesadından” komada insanlık! Alayına isyan modunu daha şiddetle şifrelerine alıyor toplumlar ve acımasızca infazlar yapılıyor yüreklere, zihinlere, hayatlara! Bu durum bizi nereye götürür diye sormayın çünkü bunu düşünmek bile ürkütücü insanlık adına.
Bir itirafta bulunayım mı; birkaç ay öncesine kadar tin-e dokunan nağmeleri rahatlıkla zihnimden dökebiliyorken şimdilerde duruyorum, takılıyorum, aşkla akamıyorum edebiyat denizine...
Halbuki buradan ne çok seslenmiştim; “ey yar hasretinle ben yandım, tutuştum, küle dönüp pervaneler misali savruldum seni ararken” nağmeleriyle... Ya da “aşkı yüreğinde tütsüleyen kadınları” yazıma taşırken mis gibi yürek kokularını kainata ne güzel serpmiştim...
Can-a tapan candan neferleri birer birer kaybettikçe yeni nağmelere kısırlaşıyor yürek ve dönüp dolaşıp “anıların” kapısından ilham dilenirken buluyorum kendimi...
Ne ara bu hale geldik demiyorum çünkü yaşadığımız her an yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın canlı tanıdığı gibi. Velhasıl kelam değişiyor insanoğlu hem de onu güzel kılan tüm naif dallarını kırarak, yapraklarını dökerek, meyveye durmayarak, kuşlara yuva olmayarak değişiyor!
Ekmeğin üstüne sürdüğümüz ev yapımı salça ile tüm günü sokakta toz toprak içinde geçirdik mi bizden mutlusu yoktu... O günlerden bana kalan dizlerimdeki yara izlerimi çok severim. Çünkü onlar bana çocukluğumdan emanet... Onları her gördüğümde yüzümde tatlı bir tebessüm beliriyor ve coşkuyla oynadığımız dokuz kiremit, saklambaç, istop, yakan top, beş taş, ebe ve daha nicesi aklıma geliyor...
Bizler “gözü değil karnı aç” çocuklardık... Elimize tutturulan salça ekmekle de anında mutlu olan el arabalarında satılan süt mısır, pamuk şeker ve patlamış mısırı lüks bilen çocuklardık... Bunları her zaman almazdı annemiz. Aldığı zamanda öyle yavaş, öyle itinayla, öyle keyifle yerdik ki bir zerresini israf etmezdik hatta yere düşse bile tozunu toprağını silip yine yerdik...
Sonrasında aileler çocuklarına her şeyi verdi de “sevmeyi, sevilmeyi, mutlu olmayı, yetinmeyi, vefayı, saygıyı, değer bilmeyi” veremedi! Pamuklara sarıp sarmalanmış, arsız, mutsuz, saldırgan, ruhen sağlıksız, üretime ve emeğe saygı duymayan nesiller boy vermeye başladı zamanla...
Ve sonrası da çorap söküğü gibi geldi işte, yokuş aşağı langır lungur yuvarlanarak... Nesillerin langır lungur geldiği günümüz dünyasında da yürekten çağlayan nehirlerin doldurduğu aydınlık denizler de yerini kokuşmuş bataklıklara bıraktı!
Evet giderek kirlenen ve ilerleyen yıllarda daha da kirlenecek gibi görünen insan nesli acilen özüne dönmeli... Bunun için de tepeden tırnağa reformlar gerekiyor.... Hani güzel bir şarkı var ya;
“Yandım yandım ah ki ne yandım,
Bana yeniden şarkılar söyleten kadın...
Baka baka doyamadım hem kokladım da,
sarhoşluğum geçmedi halâ...” diye haykıran!
İşte tıpkı o şarkının nağmelerindeki gibi insanlığa yeniden aşkla yazılan şiirler, romanlar, öyküler lazım...