Kendilerini "Atatürkçü" olarak nitelendirenler ya da bu hayat görüşünün daha katı tarafında olan "Kemalistler" bir tarafta ayak diretirken, karşı tarafta yine "-ci" veya "-cü" gözlüğünü takıp kendilerini "İslâmcı" olarak tanımlayan ya da bu hayat görüşünün daha katı tarafında olan "Selefîler", onlardan aşağı kalmayan bir inatçılık sergiliyorlar.
Bir 29 Ekim-10 Kasım dönemini daha geride bıraktık. Cumhuriyetimiz 96. yaşını doldururken, Cumhuriyetimizin kurucu kadrosunun lideri Mustafa Kemâl Atatürk’ün de ebediyete intikalinin 81. yıl sene-yi devriyesini yaşadık.
Her yıl on-on iki gün içinde bu kadar önemli iki günü yaşarken, bâzı duygular da zirveye çıkıyor. Bu duygularda gri taraflar ortadan kalkıyor, ara tonlar zıt duyguların yoğunluğu sebebiyle görünmez hâle geliyor. Buna “gözler kararıyor” da diyebiliriz. Zâten hayâta “-ci”, “-cü” veya “-izm” gözlüğüyle bakanların gözleri, kararmaktan daha vahim “görmezlik” içinde olduğu için, neredeyse “göz gözü görmüyor”.
Kendilerini “Atatürkçü” olarak nitelendirenler ya da bu hayat görüşünün daha katı tarafında olan “Kemalistler” bir tarafta ayak diretirken, karşı tarafta yine “-ci” veya “-cü” gözlüğünü takıp kendilerini “İslâmcı” olarak tanımlayan ya da bu hayat görüşünün daha katı tarafında olan “Selefîler”, onlardan aşağı kalmayan bir inatçılık sergiliyorlar.
“Siz ikizsiniz”
Bu iki kutuptakileri “düşman” olarak nitelendirmek işin kolay ve ilk akla gelen tarafıdır. Oysaki bu kutup, tıpkı aynı mıknatısın artı ve eksi kutupları gibi, birbirlerini karşı konulamaz bir güçle çekiyor ve birbirlerinden ayrılamıyorlar. Yâni hem düşmanlar hem de aynı mıknatısın iki ayrı yüzü olacak kadar yakınlar ve sanki kardeşler. Hatta “ayrı yumurta ikizleri” de diyebiliriz.
Bu ikizlik, görünüşte birbirine hiç benzemeyen iki kardeş farklılığı gibidir. Ama birinin bunlara “siz kardeşsiniz” hatta “siz ikizsiniz” demesi lâzım.
Nasıl bir ikizlik?
İkizliğin özelliklerini bir taraf üzerinden açıklayabiliriz. Sosyolojik ve antropolojik gözlem açısından Atatürkçüler veya Kemalistler daha çok veri ortaya koyduğu için onlardan başlayalım.
Mesela Atatürk’ün profesyonel bir grafiker tarafından tasarlanmış olan imzâsını arabalarının camlarına yapıştırıyor, vücutlarına dövme yaptırıyor veya sosyal medya hesaplarında profil resmi olarak koyuyorlar. Sosyal medya hesapları bununla sınırla kalmıyor ve Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarını kullanıp “Atatürkmüş gibi” davranabiliyorlar.
Onlar için bütün saatler, Dolmabahçe Sarayı’ndaki saatler gibi 9:05’te durmuştur. Celal Bayar’ın, dönemin başbakanı olarak 10 Kasım 1938 sabahı, büyük bir “bürokratik zekâ” örneği göstererek, Atatürk’ün gerçek vefat saatini 03:00-03:15 civârından 9:05’a almasındaki mânâyı anlayamadıkları için, zaman onlar için bu kurgulanmış vakitte donmuş kalmıştır. Onlar durdurulması imkânsız olan zamânı “durdu” zannedip, hayâtın gerçeklerini görmezden gelirler. Ölüm yılı olarak “1938” yerine “193 ” yazarak “ölümsüzlük” vurgusu yaparlar, ama “ölülerden medet ummayın” diyen Atatürk’ün yaptıklarını örnek almak yerine, sorunlara Anıtkabir ziyâretleriyle ya da bir dakikalığına hayâtı durdurarak çözüm bulmaya çalışırlar.
Karşı taraftaki ikizlerini din üzerinden “tüccarlık” ile suçlarlar. Ama Atatürk’ün mânevî kızı Ülkü ile zaman geçirirken verdiği görüntülerde üstünde bulunan siyah-beyaz çapraz ekose desenli siyah-beyaz süveteri, 10 Kasım’dan 10 Kasım’a piyasaya sürüp satmaktan çekinmezler. Atatürk’ün fotoğraflarına istedikleri gibi “photoshop operasyonu” yapıp elindeki sigarayı, yanındaki başörtülü kadınları silerler. Rakı içmek, beyaz leblebi yemek, smokinle zeybek oynamak, belli günlerde belli caddelerde yürüyüşe katılmak gibi yüzeysel ama gösterişli eylemler, Atatürk’ün açtığı yoldan gitmek ve gösterdiği hedefe ulaşmak adına onlar için yeterlidir. Nedense Atatürk’ün denize girerken giydiği mayoyu giyen Atatürkçü veya Kemalist henüz görmedim. Belki 2020 yaz modasında görürüz(!)
Mustafa Kemâl Atatürk’ün kendi kaleminden çıkan Nutuk’u kutsal kitap kabul edenler azınlık olsa da, dönemin Türkçesi açısından önemli bir metin olan Nutuk’u hiçbiri kelime kelime anlayamaz. Yapılan sâdeleştirmeler de çâre olmaz; olan Nutuk’un orijinal metnine olur. Nutuk’u anlaşılmaz hâle getirip 2.500 TL’ye “K. Atatürk” kitabı satarlar.
Birilerinin hadis uydurmasına benzer, Atatürk söylemiş gibi uydurdukları sözleri tekrarlayıp dururlar. Ama Atatürk’ün son adımın öteye tek bir adım atmazlar, atamazlar. Kısacası onlar için Atatürk’ten sonra yaşananların, gelişmelerin ve güncel şartların hiçbir önemi ve değeri yoktur. “Altı ok”taki “devrimcilik” nedir bilmezler!
Ya Selefîler?
Gelelim yazının başlığına. “Selefîlik”, İslâmî çevrelere mahsus bir sıfattır. Kısaca, İslâmî hayat tarzının Hz. Muhammed zamânındaki gibi olması gerektiğini savunan bir düşüncedir. Hz. Peygamber’den sonra, yâni “halef” olan şeyleri değil, önce yâni “selef” olan şeyleri esas alırlar. Bu düşüncedekiler için de zaman 632 yılında durmuştur. Hz. Muhammed’in ebedî âleme intikâl etmesinden sonra yaşananların hiçbir önemi ve değeri yoktur. Kılık-kıyâfetten kullanılan eşyâlara kadar her şeyin “İslâmî” olup olmadığının kıstası, “Peygamber dönemi”nde olup olmasına bağlıdır.
Kemalistlerin süveter, smokin, fötr şapka sevdâsı gibi, Selefîler de sarık-cübbe giyip sakal salarak dış görünüşü hâlledince İslâmiyet’i kurtardıklarını zannederler. Asr-ı Saadet’i ütopik bir hayat olarak görüp, aynısı tekrarlanamayacağı için ulaşılmaz bir hayat tarzı olarak algılarlar. Bu “kaba softa, ham yobaz kafa” yüzünden İslâm târihinde çok büyük acılar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.
Elbette çelişkileri saymakla bitmez. Ama birkaçını söylemek gerekir. Her şeyin Hz. Muhammed zamanındaki gibi olması gerektiğini iddia ederler ama, O’nun zamânında ciltlenmemiş olan Kur’ân-ı Kerim’i cilt cilt basıp satarlar, sarıp sarmalayıp erişilmeyecek yükseklikte duvara asarlar. Kendi benimsedikleri tarzın dışındaki tesettür tarzını bile tesettürden saymayıp, belli renk ya da şekli dayatmayı “sünnet” zannedip “tebliğ” ve “irşad” yaparlar.
Zararlı nostalji
“Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” diye bir söz vardır. İnsanoğlunun geçmişe öykünmesi doğal bir duygudur. Ama bu duygu, bizi şimdiki zamandan koparıyor ve gelecek zamâna körleştiriyorsa bunda bir sorun var demektir. İnsanoğlunun emin olmadığı veya bilmediği şeyden korkması da normaldir. Ne kadar kötü olursa olsun bilinen geçmiş, hiç bilinmeyen gelecekten iyidir. Geçmişteki olumsuzlukları da görmezden gelince “mükemmel bir geçmiş” ortaya çıkar. Ama bu duygu, saplantıya dönüşürse aynı zamanda gelecek adına şimdiki zamanda girişimci olmayı, değişikliklere açık olmayı engeller. Bunun adı, tembelliktir, târihsel mirasyediliktir. Bize bu günleri sağlayanlar, görevleri yaptılar ve aramızdan ayrıldılar.
Cemil Meriç’in “akla giydirilen deli gömlekleri” dediği ve dilimize “-ci”, “-cü” veya “-izm” ekleriyle yerleşen ideolojilerin birbirinden tek farkı isimleridir. Ama hayâtımıza yaptıkları zarar aynıdır. Ne kadar ilerici olma iddiasında olursa olsun, tüm ideolojiler kısa sürede “selefîlik” girdabına kapılır ve tâkipçilerini de berâberinde götürür.
Bu durumda Kemâlistler olmadan Selefîler’in de bir varlık anlamı yoktur. Birbirlerinin varlığından beslenirler. Herkesin kendileri gibi olmasını ister gibi gözükseler de, bunun gerçekleşmesi onların sonu olacaktır. Varlıklarını da üretimsizlik ve körlük içinde devam ettirip kendileri konuşur, kendileri dinlerler. Ama sesleri çok çıktığı için çevreye büyük rahatsızlık verirler.