Savaş sonrası Sultan II. Mustafa, Edirne üzerinden İstanbul'a döndü ve padişah olarak ilk defa Topkapı Sarayı'na yerleşti. Böylece 4 yıl aradan sonra bir padişah, 1695 yılı Kasım ayı ortalarında İstanbul'a geri dönmüştü.
Sultan II. Mustafa Han, Sultan IV. Mehmed’in (1648-1687) büyük oğlu olup 2 Haziran 1664 tarihinde doğmuştur. Annesi, Osmanlı tarihindeki büyük valide sultanlardan Emetullah Râbi'a Gülnûş Sultan’dır.
Şehzade Mustafa, Sultan IV. Mehmed’in ilk şehzadesi olarak doğduğundan yedi gün yedi gece şenlik yapılmıştır. İlk derslerini Vani Efendi ve Feyzullah Efendi’den alan şehzade, henüz 8 yaşında iken babasının 1672 yılında icra edilen Lehistan Seferi’ne katılmıştı. Babası tahttan indirildikten sonra ise gerek Topkapı Sarayı’nda gerekse amcalarının padişahlığı döneminde Edirne’deki sarayda kendisine tahsis edilen dairesinde kişisel eğitimiyle ilgilenmişti. Devlet yönetimi için hayaller kuruyor ve savaşlarda vuku bulan kötü gidişatı değiştirmek istiyordu.
Saltanatının başlangıcı
Babası Sultan IV. Mehmed’in 1687’de tahttan indirilmesinin ardından “Ekber ve Erşed” sistemi nedeniyle amcaları Sultan II. Süleyman ve Sultan II. Ahmed’in saltanatlarını gören Şehzade Mustafa, Sultan II. Ahmed’in vefatı üzerine 6 Şubat 1695’te Osmanlı tahtına cülus eylemiştir.
Edirne Sarayı’nda icra edilen cülus merasimiyle tahta çıkan padişah, Batı Cephesi’nde yıllardır devam eden savaş dolayısıyla amcası Sultan II. Ahmed gibi Edirne’de tahta çıkmıştı. Bu dönemde devletin merkezi adeta resmiyette İstanbul, fiiliyatta Edirne idi.
Hem genç hem olgun denilebilecek bir yaşta (31) tahta çıkan Sultan II. Mustafa, yönetimi devraldığında Osmanlı Ordusu, 1683’te Viyana bozgunu sonrası başlayan Kutsal İttifak devletlerinin ordularına karşı 4 cephede savaşa devam etmekteydi. Bu bakımdan Sultan Mustafa, 12 yıldır devam eden bu savaşları yönetecek dördüncü padişah olacaktı.
Nitekim devlet adamları ve halkın kendisinden beklentilerin de etkisiyle, devlet işlerini bizzat takip etmek istiyordu ve ordunun başında sefere çıkma kararı aldı. Bu kapsamda Vezîriâzam Sürmeli Ali Paşa’ya gönderdiği yazıda; “Allah’ın kendisine hilâfet nasip ettiğini, bazı padişahların zevk u sefaya daldıklarında halkın huzur bulamadığını, bundan böyle kendisine zevk ve rahatı haram kıldığını, babası Sultan Mehmed’den beri padişahların eğlenceye düşmeleri ve ihmalleri yüzünden düşmanın İslâm ülkelerini ele geçirdiğini, Allah’ın yardımıyla onlardan intikam almak için bizzat kendisinin gazâ ve cihada niyet ettiğini, ecdadından Kanûnî Sultan Süleyman’ın da böyle yaptığını belirtti ve devlet ricâlinin bir araya gelerek sefere çıkıp çıkmama hususunu görüşmelerini” emretti.
Akabinde birtakım idari değişikliklere giderek Sürmeli Ali Paşa’yı görevden alıp Elmas Mehmed Paşa’yı sadarete, çocukluğundaki hocası Feyzullah Efendi’yi ise şeyhülislamlığa getirdi. Edirne’de kalarak Avusturya üzerine vuku bulacak sefer hazırlıklarına bizzat nezaret etti.
(Sultan II. Mustafa’nın Levnî tarafından yapılan minyatürü (TSMK, III. Ahmed, nr. 3109, vr. 22a – DİA, c.31, s.275.)
Kutsal İttifak’a Karşı Savaşlar ve Sultan II. Mustafa’nın Katıldığı 3 Avusturya Seferi
Sefer hazırlıklarının tamamlanmasından sonra Sultan II. Mustafa, kendisinin katıldığı Birinci Avusturya Seferi’ne (Lugoş Seferi), 30 Haziran 1695’te Edirne’den hareketle çıktı. Belgrad’ın kuzeydoğusundaki Lugoş mevkiindeki Avusturya Ordusu ile vuku bulan savaşı, Osmanlı Ordusu kazandı. Ordunun başında cengi yöneten Sultan II. Mustafa, gazi unvanı aldı. Savaş neticesinde çevredeki Lippa, Yanova ve Şebeş Kaleleri de geri alındı. Savaş esnasında Avusturya Ordusu kumandanı General Veterani ölürken Osmanlı Ordusunda ise Diyarbakır Beylerbeyi Şahin Mehmed Paşa ve Rumeli Beylerbeyi Mahmud Paşa şehit düştüler.
Savaş sonrası Sultan II. Mustafa, Edirne üzerinden İstanbul’a döndü ve padişah olarak ilk defa Topkapı Sarayı’na yerleşti. Böylece 4 yıl aradan sonra bir padişah, 1695 yılı Kasım ayı ortalarında İstanbul’a geri dönmüştü.
Sultan II. Mustafa, bizzat nezaret ettiği yeni sefer hazırlıkları neticesinde, Nisan 1696’da ikinci Avusturya Seferi (Ulaş Seferi) için İstanbul’dan ordusuyla harekete geçti. Belgrad’a geldiğinde savaş meclisini toplayan padişahın, “Kanûnî Sultan Süleyman’ın Mohaç’ta kazandığı zafere benzer bir başarı ihsan etmesi için Allah’a dua ettiği” belirtilmektedir.
Osmanlı Ordusu Belgrad’da iken Avusturya kuvvetleri kuzeydeki Tımışvar’ı kuşatmıştı. Bunun üzerine seferin yönü Tımışvar’a yöneldi. Zira 12 yıldır devam eden savaşta, Osmanlı
Devleti’nin elinde Doğu Macar topraklarında kalan son vilayet olan Tımışvar’ın korunması önem arz ediyordu. Nitekim Avusturya Ordusu, bu harekât haberini alıp kuşatmayı kaldırmışsa da dönüş yolunda Osmanlı Ordusu’yla karşılaşmaktan kurtulamadı. Tımışvar civarındaki Bega Nehri kenarında 27 Ağustos 1696’da vuku bulan Ulaş Muharebesi, Sultan II. Mustafa’nın Osmanlı Ordusu’nun başında kazandığı ikinci önemli zaferdi.
Katıldığı iki savaşta da galip gelen Sultan II. Mustafa, Avusturya’dan bu süreçte gelen barış teklifini kabul etmedi. Aksine sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra ertesi sene 1697 Ağustos ayında Edirne’den Üçüncü Avusturya Seferine (Zenta) çıktı.
Osmanlı Devleti’nin batı seferlerindeki en kritik üs noktası ve harekât merkezi olan Belgrad’a ulaşıldıktan sonra yapılan istişarede, Tımışvar veya Varadin yönüne gidilmesi fikri ön plana çıktı. Alınan karar Tımışvar hattına giderek batısındaki yerleri de Avusturya işgalinden kurtarmaktı. Bu esnada Avusturya Ordusu ise iki yıldır aldığı yenilgilerin de etkisiyle taarruzdan ziyade savunma savaşına hazırlanmıştı.
Osmanlı Ordusu’nun Tımışvar üzerine yönelmesi haberi, Prens Eguen komutasındaki Avusturya Ordusu tarafından haber alındı. Haddizatında bölgede çok sayıda nehir ve bataklık yer aldığı için birçok noktada köprülerden geçmek gerekiyordu. Osmanlı Ordusu, Tımışvar’ın batısındaki Zenta’ya geldiğinde, Tisa suyu üzerinden karşıya geçmek için kurulan köprüden askerler karşı tarafa geçmeye başladı. Fakat Vezîriâzam Elmas Mehmed Paşa başta olmak üzere birçok kumandan ve devlet ricâli geride kalmıştı.
Bu sırada Avusturya kuvvetleri uygun zamanı kolladığından henüz karşıya tam geçememiş Osmanlı Ordusu üzerine ansızın saldırdı. Şiddetli çarpışmalar başladı. Karşı tarafa geçen kuvvetlerden yardım alınamayınca panik içinde kalan Osmanlı Ordusu dağılmaya başladı. Bozgunu önlemek üzere ileri hatlara kadar giderek savaşan Vezîriâzam Elmas Mehmed Paşa ile birlikte 20 üst rütbeli Osmanlı kumandanı ve çok sayıda asker şehit oldu. Sultan II. Mustafa, güçlükle Tımışvar’a çekilebildi.
Zenta Bozgunu olarak anılan savaştan sonra Prens Eugen kumandasındaki Avusturya kuvvetleri, Saraybosna’ya kadar ilerleyerek büyük tahribatta bulundu. Avusturya kuvvetleri, Bosna Beylerbeyliği kuvvetleri tarafından buradan güçlükle çıkartıldı.
Zenta Bozgunu, Sultan II. Mustafa’yı son derece müteessir etmişti. Zira padişahlar ordunun başında iken savaş meydanlarında uzun süredir muharebe kaybetmeyen Osmanlı Ordusu, ilk kez ağır bir mağlubiyet yaşamıştı. Şüphesiz bu vaziyetin ağır travmaları oldu. Birçok devlet erkânı, padişaha artık barış yapmanın vakti geldiğini, uzun süren yıpratıcı savaşların Osmanlı Ordusu’na büyük zarar verdiğini, yıllardır devam eden savaşların devletin ekonomisini ve imkanlarını yok ettiğini, halkın ağır vergiler altında ezildiğini anlatmaktaydılar.
Sultan II. Mustafa ise kendisinden önce başlayan ve yıllardır yaşanan kayıplar neticesinde ortaya çıkan bu durumun tüm ağır sorumluluğunun üzerine kalacağını düşünerek antlaşmaya mesafeliydi. Barış teklifini, bir cihan padişahı olarak kendisi yapmak yerine karşı taraftan bekliyordu.
Hakikatte ise Avusturya Cephesi’nde kazanılan iki zafere rağmen kaybedilen Zenta Savaşı, cephenin gidişatını olumsuz etkilemişti.
Kutsal İttifak Savaşının bir diğer cephesi olan kuzey cephesinde de Osmanlı Devleti aleyhine bazı gelişmeler ortaya çıktı. Bu bağlamda Lehistan’dan (Polonya) sonra Rusya’nın da etkin bir şekilde savaşa katılmasıyla Osmanlı Devleti açısından bu cephe genişledi. Karadeniz’e ulaşmak isteyen Rus Ordusu, ilk olarak Azak Kalesi’ni kuşatmış fakat Kaplan Giray ile Kefe Beylerbeyi Mustafa Paşa’nın şiddetle karşı koymaları üzerine geri çekilmişti.
Rusların sıcak denizlere inme hayalinin mimarlarından I. Petro, Karadeniz’in kuzeydoğu kıyısındaki Azak Kalesi’ni nehirden ve karadan tekrar muhasara ederek 6 Ağustos 1696’da ele geçirdi. Azak’ın düşmesi Osmanlı kamuoyunda büyük üzüntüye sebep oldu ve geri alınması için hemen girişimlerde bulunulduysa da başarı sağlanamadı.
Lehistan ise Boğdan’a (Romanya ve Moldova çevresi) saldırmış ve Osmanlı Ordusu, tüm buradaki garnizonlara birlik sevk ederek gücünü bölmek durumunda kalmıştı. Bununla birlikte Lehistan birlikleri, Avusturya ve Venedik kuvvetleri gibi kesin bir başarı kazanamamıştı.
Ege Denizi’nde ise Venediklilere karşı, savaşın başlarındaki büyük kayıpların ardından birçok yerde daha başarılı savunma savaşları veriliyordu. Özellikle 1695 Şubatı’nda Sakız Adası’nın geri alınmasından sonra hücuma geçen Kaptan-ı Deryâ Mezemorta Hüseyin Paşa kumandasındaki Osmanlı Donanması, Sakız Adası civarında ve Mora sahillerinde Venedik’e karşı yeni zaferler kazandı. 1695-1697 yılları aralığında Venedik Donanması’nın Adriyatik kıyıları ve Hersek’te yaptığı saldırılar ise büyük bir savunma azmiyle savuşturuldu. Müteakiben 1697 yılında Mezemorta Hüseyin Paşa, Bozcaada ve Andros Adası civarında Venedikliler’e karşı iki zafer daha kazandı. Fakat bu zaferler kısmi olup bilhassa kaybedilen Mora Yarımadası ve civarındaki adaların geri alınması henüz gerçekleşmemişti.
Karlofça Antlaşması ve Savaşın Sona Ermesi
Tüm bu şartlar ve Osmanlı Devleti’nin iç dinamikleri düşünüldüğünde daha fazla kayıp yaşanmaması için barışın yapılması ve Osmanlı Devleti’nin toparlanması gerekiyordu. Vezîriâzam tayin edilen Amcazade Hüseyin Paşa’nın padişahı ikna etmesiyle, 15 yıldır devam eden savaşı nihayete erdirmek için İngiltere elçisi W. Paget ile Felemenk (Hollanda) elçisi J. Colliers’in aracılığı kabul edildi.
1698 yılında Belgrad civarındaki Karlofça’da savaşın tarafı devletler ve diğer tarafsız devletlerin katılımıyla başlayan müzakereler hayli uzun sürdü. Osmanlı Devleti’nin bu görüşmelerde baş diplomat olarak Reîsülküttâb Râmi Mehmed Efendi temsil etti. Yardımcı ise Dîvân-ı Hümâyun tercümanı Aleksandr Mavrokordato idi. Nihayetinde uzlaşmaya varılması sonucu 26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile Papa tarafından kurulan Kutsal Haçlı İttifakı’na mensup devletlerin (Avusturya, Venedik, Polonya, Rusya) Osmanlı Devleti’yle yaptığı 15 yıllık savaş sona erdi. 25 yıllığına imzalanan antlaşmanın garantör devleti Avusturya idi. Arabulucu İngiltere ve Hollanda da antlaşmaya imza attılar. Antlaşma’nın Avusturya ile olan metni 20 madde, Venedik ile olan metni 16 madde, Lehistan ile metni ise 11 maddeden oluşmaktaydı.
Antlaşma maddelerine bakıldığında ortaya çıkan durum şu şekilde ifade edilebilir:
- Osmanlı Devleti, 1683’teki Viyana kuşatmasına başladığında Avusturya sınırında sahip olduğu toprakların bilhassa Macaristan’daki kısmını kaybediyordu. Bu kapsamda sadece doğuda Tımışvar ve Banat’ı kurtarabilen Osmanlı, Budapeşte başta olmak üzere geri kalan Macar topraklarının Avusturya’ya geçtiğini kabul etti.
- Ege’de Mora Yarımadasını ele geçiren Venediklilerin bu işgali tanındı. Ayrıca Dalmaçya’da bazı kaleler Venedik’e geçti. Osmanlı Donanması’nın savaşın son yıllarında kazandığı zaferler ve bazı adaları geri alması, bu bölgedeki daha ağır kayıpları önlemişti.
- Kuzey cephesinde ise 1672 ve 1676 seferleriyle elde edilen Podolya, Bucak (bugünkü Ukrayna topraklarının kuzey bölümü) Lehistan’a (Polonya) bırakıldı. Rusya ile bir sene sonra yapılan 1700 İstanbul Antlaşması ile Azak Kalesi Rusya’ya terkedildi. Ruslarla antlaşmanın ikili yapılmasının sebebi, Rusların isteklerinin fazla olmasıydı.
Nihayetinde Osmanlı Devleti, kuruluşundan bu yana ilk kez Müttefik Haçlı birliğine karşı, 15 yıllık savaş sonunda büyük kayıplar yaşamış ve bu kayıpları tescil ettiği bir antlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı.
Edirne Vakası, Sultan II. Mustafa’nın Tahttan İndirilmesi ve Vefatı
Sultan II. Mustafa, Karlofça Antlaşması’nı imzalayan devletlerin temsilcilerini İstanbul’da ağırladıktan sonra işleri Vezîriâzam’a bırakarak Edirne’ye döndü ve burada sosyal faaliyetlerle daha çok zaman geçirmeye başladı.
Oysa yıllardır devam eden savaş, Osmanlı Devleti’nin ordu disiplininin bozulmasını ve en önemlisi insan kaybını beraberinde getirmişti. Askere alma usulleriyle kapıkulu ocakları ve tımar sistemi iyice bozulmuş; bilhassa acil ihtiyaçlara binaen geçici ve ücretli asker alımı ve savaş sonrasında bunların vaziyeti de bir problem olarak belirmişti. Osmanlı Ordusu’nun çok cepheli savaşta olmasından dolayı beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı ve askeri birlikler, görev yerlerinden ayrıldığından taşrada eşkıyalık vb. faaliyetlerin artmıştı. Eşkıyaların yanı sıra köy ağalarının ve ayanların daha fazla nüfuz kazanması gibi merkezi otoriteyi tehdit eden sorunlar da ortaya çıkmıştı. Savaş dolayısıyla halktan alınan ağır vergiler ahaliyi, ticaretin aksaması da Osmanlı ekonomisini derinden sarsmıştı.
Yapılan barışla birlikte artık tüm bu biriken sorunlara çözüm üretmek gerekiyordu. Her ne kadar Sultan II. Mustafa yayımladığı emirler ve sancaklara gönderdiği teftişçilerle isyancı, eşkıya vb. sorunların üstesinden gelmek ve sıkıntıları gidermek için girişimlerde bulunmuştu. Fakat devletin başkenti İstanbul’da bulunmaması ve işleri etkin bir şekilde takip etmemesi nedeniyle istenilen sonuçlar alınamamıştı. Aynı zamanda kendisinin Edirne’ye giderek av partilerine katılması, devletin merkezi İstanbul’un uzun savaş yıllarında ihmal edilmesi; merkezdeki idareci ve askerleri iyice kızdırmıştı. Asker ve ulema, padişahın babası Sultan IV. Mehmed gibi devlet işlerine olan ilgisizliğinin başladığını dile getirmekte ve bu söylentiler tüm kesimlere yayılmaktaydı. Bilhassa padişahın hocası olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin devlet işlerindeki nüfuzu ve birçok makama kendi akrabalarını ataması da hoşnutsuzluğu ortaya çıkaran etkenlerdendi. Feyzullah Efendi’nin adeta gölge devlet yöneticisi gibi sadrazamın işlerine karışması ise Amcazade Hüseyin Paşa’nın istifasına, yerine gelen Daltaban Mustafa Paşa’nın da idam edilmesine yol açmıştı. Hoşnutsuzluk giderek büyümeye başlamıştı.
Bu şerait altında bürokrasi ve ilmiye sınıfının da desteğini alan İstanbul’daki birlikler, mevcut vaziyete dur demek ve padişahı İstanbul’a davet etmek üzere Edirne’ye yürüdüler. O sırada Vezîriâzam olan Rami Mehmed Paşa da Feyzullah Efendi’nin her işe müdahale etmesinden duyduğu rahatsızlık nedeniyle bu hareketi destekledi.
Edirne Vakası olarak başlayan bu yürüyüş, ilk etapta Edirne’de bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi hedef almıştı. Fakat Sultan II. Mustafa, Edirne'deki birliklere verdiği emirle, isyancıların şehre sokulmamasını emretti ve bu durum kendisinin de makamından olmasına yol açtı. Nitekim işler istediği gibi gerçekleşmedi ve İstanbul'dan gelen ordu birlikleri, kan dökülmemesi için arabulucuların gayretleriyle Edirne’deki birliklerin direnciyle karşılaşmadan Edirne'ye girdiler. Evvela rahatsızlık duyulan Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi katlettiler. Akabinde Sultan II. Mustafa’nın tahttan indirilmesi gerektiğine karar verildi. Yerine devlet adamları ve askerlerin ortak kararıyla kardeşi Şehzade Ahmed, Sultan III. Ahmed unvanlıyla tahta cülus eyledi.
Sultan II. Mustafa, 22 Ağustos 1703 tarihinde tahttan indirildikten sonra Edirne Sarayı’nda yaşamaya devam etti. Fakat 4 ay sonra, 29 Aralık 1703’te vefat etti. 8 yıl 6 ay 17 gün padişahlık yapan ve vefat ettiğinde 39 yaşında olan Mustafa Han, İstanbul Eminönü’ndeki Turhan Sultan türbesine, babası Sultan IV. Mehmed'in yanına defnedildi. Erkek ve kız çocukları olan Sultan II. Mustafa’nın iki şehzadesi (Sultan I. Mahmud:1730-1754 ve Sultan III. Osman:1754-1757) Osmanlı tahtına çıkacaklardır.
(Abdülkadir Özcan, DİA, c.31, ss.275-280) (Uğur Kurtaran, Karlofça Antlaşması’nda Venedik, Lehistan Ve Rusya’ya Verilen Ahidnamelerin Genel Özellikleri ve Diplomatik Açıdan Değerlendirilmesi, TAD, C.35/S.60, 2016, ss. 97-139)