Pazartesi günü yazmıştım: "Sayın Cumhurbaşkanı, İslam dünyasında kadına (çarpık) bakış açısından gerçekleşen uygulamaların İslâm ahkâmına, Kur'an buyruğuna ve Sünnet-i Nebevî'ye aykırı birer tabu olduğunu vurguladı.

Bu da ülkemizde medyada tartışmalara yol açtı. İş döndü dolaştı İslam ve modernizme, İslâm’da (hâşâ) reform iddialarına kadar geldi. Hemen söyleyelim: Sayın Cumhurbaşkanı’na canı gönülden katılıyorum. Kendisini değme ilâhiyatçılardan daha cesur ve açık yürekli olarak görüyorum. Dinin ahkâmını doğru anlamamız yolunda yaptığı önderliği çok doğru buluyorum. “ Bugün bu konuya, daha doğrusu İslam’ı anlayışımızdaki çarpıklığa değineceğim.

Bundan daha önceki yazılarımda İslam aleminin geri kalmasında dini hükümlerin rolünün olmadığından bahsetmiş ve geri kalmanın iktisadi ve toplumsal sebeplere dayandığını kanaatim olarak bildirmiştim. Doğrudur, İslam başta olmak üzere bütün dinler, genel hükümleri itibariyle, bir toplumun zenginleşmesine veya fakirleşmesine sebep olamaz. Ancak toplumların zenginliği, şehirlileşme düzeyi ve içinde bulundukları coğrafya dinlerin pratik hayatta kullanılan yorumlarını temelden etkiler. Yani İslam Türk toplumunun geri kalmasına yol açmamıştır, ama Türk toplumunun geri kalması İslam’ın çarpık yorumlanmasına yol açmıştır.

Bir toplum maddi zenginliğini kaybettiği ve öz uygarlığının ürünü olan şehirli hayatın getirdiği yüksek kültür ve toplumsal örgütlenmeden uzaklaştığı müddetçe, dinin ana ahkâmına bile aykırı olan hurafelere dayalı bir din yorumu da halk içinde yaygınlık kazanır. Kur’an ve Peygamberin çizdiği temel ilkelerden uzaklaşıp çıkarcı bazı çevrelerin kendi menfaatleri için geliştirdikleri ve yaygınlaştırdıkları bu hurafeler, cehaleti besler, cehalet de hurafelere dayalı bu din anlayışının toplum içinde kök salmasına vesile olur.

KAŞIKÇI CİNAYETİ VE DEVLETİN EŞKIYALAŞMASI

İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durum hepimizin malumudur. En son yaşanan ve isim bildirmeyen bazı yetkililerin uluslararası medyaya verdiği bilgilere dayanarak tartışılan Cemal Kaşıkçı (muhtemel) cinayeti bile bunun en güzel örneğidir. Medyada yazılanlara göre, İslam Şeriatı ile yönetildiği iddiasında olan bir devlet, tam bir uluslararası suç şebekesi yöntemiyle – sadece mevcut yönetime muhalif olduğu için- suçsuz günahsız bir gazeteciyi hunharca katletmiştir. Şimdi bunun neresinden tutalım? İslam’a göre “geçerli bir gerekçe –vatan savunması veya meşru müdafaa- olmadan bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek” demektir. Evet, ölüm cezası vardır, ama bu, zanlının, devletin bağımsız mahkemelerinde yargılanması ve hakimin ölüm cezası vermesi sonucunda devletin resmi kurumları tarafından icra edilir. Tartışılan vaka, bir mafya infazına benzemektedir. Ne İslam ne de herhangi bir dine göre bu olay meşru kabul edilemez. Mevcut durumda devletin eşkiyalaşması gerçeği ile karşı karşıyayız.

KUR’ANSIZ İSLAM VE PEYGAMBERSİZ İSLAM

Bugün İslam aleminde, özellikle dış istihbarat örgütleri tarafından teşvik edilen, iki akım güç kazanmakta ve öne çıkmaktadır. İlki, temeli İbn-i Teymiyye ve Muhammed bin Abdülvehhab’a dayanan genelde Selefi özelde Vehhabi olarak adlandırılan harekettir. Bunlara göre, Peygamber Efendimiz’e atfedilen Hadis –i Şerifler (mana ve içerik olarak sebep sonuç ilişkisi ile tahlil edilmeden) ana hüküm kaynağı olmakta, Allah’ın açık, kolay anlaşılır ve insanlara bir öğüt olarak tasvir ettiği Kur’an hayatın merkezinden çıkarılmakta, hatta bazı fakihlere göre, Hadisler Ayetleri nesh etmektedir. Yani Hadisler Ayetlerin hükmünü iptal etmektedir! Bunlar kendisi gibi düşünmeyenleri mürted (dinden çıkmış) ilan etmektedir. Ben bu akımı ve bu akımın uzantılarını “Kur’ansız İslam” olarak tanımlamaktayım.

Yükselen ikinci akım ise, kendilerini “Kur’an İslamı” olarak tanımlamaktadır. Bunların görüşü Peygamberin Sünnetinin reddine, hadislerin reddine, sadece Kur’an ayetlerine bağlanmayı kabul etmeye dayanmaktadır. Bunlara göre, Kur’an Ayetleri dışında hiçbir hüküm kaynağı olamaz. Peygamberin hayatına dair herhangi bir söz veya davranış insanlara yol göstermek veya hüküm çıkarmak için kullanılamaz. Eğer Kur’an dışında dini bir kaynak kabul edilirse bu şirk olur. Bunlar kendisi gibi düşünmeyenleri müşrik (Allah’tan başka tanrı veya otorite kabul eden) ilan etmektedir. Ben, bu akımı da “Peygambersiz İslam” olarak tanımlamaktayım.

Türk toplumu için bu iki akım da tehlikelidir. Her ikisi de milli kültürün parçalanması, milletin ortak değerlerinin imha edilmesi ve milli birliğin bozulmasında önemli olumsuz etkilere sahiptir. Bu akımların Küreselleşme süreci ve Batı emperyalizminin dünyanın her tarafında dayattığı milletsizleşmek / devletsizleşmek paradigmasının bir uzantısı olduğu kanaatindeyim. Eğer Kur’an dini hayattan çıkarsa, o toplum Müslüman o din de İslam olmaktan çıkar. Eğer Peygamber dini hayattan çıkarsa o din “parayı verenin düdüğü çaldığı”, “herkesin kendi kanaatine göre bir din sahibi olduğu” bir topluma dönüşür ki, bu işin sonu Deizme çıkar. Kaldı ki, Peygamber Efendimizin hatırasını, örnek insanlığını kendi inancımızdan çıkarırsak, bırakın Müslüman olmayı Türk bile olamayız. Çünkü Türk Kültürü, Peygamberin zatında örnek insanı betimleyerek oluşmuştur.

NEDEN BU YENİ AKIMLAR GÜÇ KAZANMAKTADIR?

Genel olarak Türk Toplumu kendi dinini tanımamaktadır. İslam’ı bilmeden Müslüman olduklarını zannetmektedirler. Yaygın fakirlik cehaleti, cehalet de sorgulamadan imanı teşvik etmektedir. Klasik Osmanlı toplumu bir şehir toplumu ve Osmanlı kültürü de bir şehir kültürü iken, çöküş dönemi ile birlikte Osmanlı toplumu kasaba toplumuna, Osmanlı kültürü de kasaba kültürüne hızla dönüşmüştür. Şehirde ticaretin, sanatın ve üretimde iş bölümünün sebep olduğu düşünce zenginliği ve kozmopolit dünya görüşü, kasabada yerini yerel örfün ve niteliksiz üretimin dayattığı tutuculuğa ve kapalı toplum değerlerinin hakimiyetine bırakır. Bu kültürel yozlaşmadan, dinin hayattaki uygulanma tarzı da nasibini alır; öyle ki zaman içerisinde, incelikten ve geniş dünya görüşünden nasibini almamış bu uygulamalar dinin bizatihi kendisi olur. Yani Gelenek Din halini alır!

NE YAPMALI?

Daha sonra devam etmek üzere kısaca özetleyeyim:

Fıkıhta Hanefilik Kelamda da Maturidiliğin öğretilmesi temel olmalıdır.
Sünnet kavramının ne olduğuna açıklık getirilmelidir.
Anadolu tasavvufunun eşitlik – dayanışma – sevgi üçgeninde oluşturduğu özgün toplum ve din anlayışı ihya edilmelidir.
Diyanet kalitesiz ve niteliksiz elemanların istihdam edildiği, sadece Cami inşaatlarına ön ayak olan bir arpalık olmaktan çıkarılıp, topluma bütün yönleriyle dini eğitimi bir sosyal hizmet olarak veren bir kuruma dönüştürülmelidir.

Biliyorum… Kafanız karıştı… Bunların hepsi zaten var olan şeyler değil mi? Hayır, aksine şu anda ne Hanefi – Maturidi ekol fiilen hakimdir ne Sünnet kavramının ne olduğu bilinmektedir ne de Anadolu tasavvufundan bir iz kalmıştır. Üstüne de Diyanet bir kamu kurumu olarak üretmesi gereken sosyal hizmeti üretmemektedir.

Devamı Pazartesiye…