İnsanın nedense kendisinden başka her şeye karşı, karşı duruş göstermek gibi bir davranışı vardır.

İnsanın kendini bilmesi veya kendinin farkında olması olgunluğa giden yolda çok önemli bir aşamadır. İnsanın nedense kendisinden başka her şeye karşı, karşı duruş göstermek gibi bir davranışı vardır. Belki de insanlık tarihi boyunca yaşadığımız tehdit algısı yüzünden genlerimize kodlanmış bir yargıdır bu. Vahşi ve yırtıcı hayvanlar karşısında ön yargılı olmayı anlayabiliriz. Çünkü tanımadığımız ve bilmediğimiz şeyler karşısında korkarız ve kendimizi korumaya almak için savunma mekanizması geliştiririz. Korku ile yargı ve savunma bu üç güçlü duygu hayatımızda var olagelmiştir.

Modern çağın insanı

Şekil değiştirse de hâlâ ön yargılarımız var. Hatta modern insanın ön yargıları daha önce gelişen ön yargılardan daha ilkel. Hayatta kalabilmek, vahşi ve yırtıcı hayvan karşısında kendini savunmak için ön yargısını devreye geçiren insanın bu doğal dürtüsü anlaşılabilir bir şeydir. Oysa günümüz insanı anlamadan, ön araştırma yapmadan ve hiçbir şekilde dinlemeden hemen ön yargıya varabiliyor. O zamanlar hayatta kalabilmek için bilmediği bir şey hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanın korku ile saldırmasını anlayabiliyorken bugün geliştirdiğimiz bu savunma mekanizmasının açıklanabilir haklı bir yanı yoktur. Modern insan kendini bilmekten öte başkalarının şekillendirdiği bir varlık halini almıştır.

Saldırılar

Saldırgan insanın altında yatan neden kendi yetersizliğidir. Kendini eksik hissetme, eziklik gibi duyguları aşmak için ön yargılarla kendini yükseltme çabası vardır. Bu yüzden de büyük çoğunlukla ön yargı ile hareket edenler kendileri gibi ön yargıları acımasızca gelişmiş olan diğer insanlarla bir arada olurlar. Çünkü bu şekilde ön yargı ile beslenen insan kendi taraftarını oluşturur. Kitle manipülasyonuna çok elverişli hale gelen bu tür insanlar kolayca kullanılabilen insanlardır. Yetersiz bilgi ve kendi argümanlarını besleyecek kanallar dışında başka bir yere bakmazlar. Baksalar dahi oradan da kendi ön yargılarını besleyecek bir sonuç çıkarmak konusunda çok başarılıdırlar. İnsan hiç bir anlığına durup düşünmez mi? Benim bu konudaki yargımın nedenleri nelerdir diye sorgulamaz mı? Sürekli yargılayan insanın iletişim kurma konusunda dalgalı bir hayatı olduğu doğrudur. Sürekli savunma mekanizmasını devreye sokan, pençelerini açmış bekleyen yırtıcı bir hayvan gibi karşısındakine duvarlar ören insanların en nihayet sonu derin bir iç yalnızlıktır. Etrafları çok kalabalık olsa bile bu değişmez sonun sebebi sadece kendileridir.

Öteki vardır

Aynının anlamsızlığını düşünmeyiz. Aynının sıradanlığı ve içimizdeki büyük boşluğunu görmek istemeyiz. Kendi kendimizi ittiğimiz bu uçurumun kenarından paramparça olurken bile hâlâ ve ısrarla ön yargılarımıza tutunuruz. Oysa öteki vardır ve bizim varlığımızın delili de diğerin yani ötekinin varlığıdır. Arızalı yanlarımızı fark etmek ve düzeltme yoluna gitmek bir erdemliliktir. Bizler gibi düşünmeyen, farklı olan milyonlarca insan vardır. Kimin ne yaşadığını bilmeden her şeye peşin hüküm yorum yapmak, anlamadan dinlemeden fikir yürütmek bir çıkmaz sokağa girmektir. Günümüzde sanal dünya insana kendini gerçekleştirme vaadiyle onu kuklası yapmıştır. İnsanın sanal dünya üzerinden kendini gerçekleştirdiğini sanması bir safsatadır. Herkesin aynılaştırıldığı ve öteki olmanın terörize edildiği bir enformasyon çarkında hiçkimse güvende değildir. En çok da özgürlük naraları atanlar yanılırlar. Çünkü öteki zaten diğerlerine benzememekle özgürdür. Nihayetinde ön yargılarının kurbanı olan güruhların içinde öteki kalabilmek, farklılıkları kendilerini fark edebilmeleri için bir aydınlanma vesilesi olarak görebilme şansını yakalayanları kutlarım.

DÖNÜYORUM

On beş günlük bir Avrupa seyahatinin ardından tekrar dönüş yolundayım. İnsan ne yaparsa yapsın, isterse bir eli balda bir eli yağda olsun eninde sonunda vatanını arıyor. Sorumluluk duygusuyla yaşayan herkes vatanına dönüp çalışmak ve üretmek istiyor. Avrupa’da başta Almanya’da işler güllük gülistanlık değil. Burada da çeşitli ekonomik sıkıntılar, mülteci sorunları, işsizlik gibi hayatın zorlukları insanları köşeye sıkıştırıyor. Her ne kadar işler iyi gitse de bir arada kalmışlık hissi yaşanıyor. Bir eksik kalma duygusu kaplıyor insanı. Benim özelliklerde Türklerde hissettiğim bu. Her ne kadar biz artık Almanya’nın insanıyız dense de hatta vatandaşlıkları olsa da, kökleri buraya ait değil ve bu reddedilecek bir şey de değil. Elbette doyulan yer insana ev sahipliği yapıyor. Ama insanın kalbi nerede atıyor? Siz bu satırları okurken ben inşallah evimde olacağım. Kaldığımız yerden devam etmek üzere çok çalışmamız gerektiğini bir kez daha çok güçlü bir şekilde idrak ettiğimi ifade etmek istiyorum. Rabbim hepimizin yardımcısı olsun.

ANLAMAYA ÇALIŞMAK

ftk2106

Bir olaya bir şeye nereden baktığımız çok önemlidir. Bir fotoğraf var karşımızda yorumlamak için sancı çektiğimiz. Bir sürü insan aynı yere bakar ama bambaşka şeyler görürler. Kimi duvarı görür kimi kuşları, kimi de tamamen gökyüzüne odaklanır. Bir bütünü görmek gerekir diye düşünürüm. Bütüne bakmak ve öyle anlamaya çalışmak daha sağlıklıdır. Çünkü bir bütünü oluşturan bileşenleri görmezden gelemeyiz. İnsanın yaşamı da böyledir. Evet! Yargılamak kolaydır. Hatta en kolayıdır. Ancak anlamak en zorudur. Anlamak için bir başka yerden bakmak gerekir. Kendi durduğumuz yerden bakmak anlamak değildir. Anlamak için bakış açımızı düzeltmeliyiz. Farklı farklı açılardan bakabilmek için kendimizi zorlamalıyız. Kolaya kaçmadan yaftalamadan… Bu fotoğrafta kuşlar nerede duruyorlar? Bir damın kiremitlerinde mi kuşlar, yoksa merdiven basamaklarındalar mı? Buradan bilebilir miyiz? Fotoğrafı çekenin bize göstermek istediği şey nedir? Ya da kendi gördüğü şey nedir? Herkes farklı yorumlar yapabilir ancak anlamaya ne kadar yaklaşmış olabiliriz, işte burası muamma.

DIŞ DÜNYADAN

Mürvet KARA

Demokraside yapay zeka dönemi

Daha önce Cambridge Analytica skandalı seçim süreçlerinin manipülasyonunu dünya gündemine taşımıştı. O günden bugüne yapay zekadaki gelişmeler benzer skandalların daha derin ve geniş yelpazede yaşanabileceğini gösteriyor. Seçim kampanyalarının hedef kitleyi çözümleyerek başarıya ulaştığı düşünüldüğünde veri bilimi ile beraber yapay zekanın kullanılması insanların sağlıklı karar almasına engel olabilir.

Sputnik’in bir haberine göre; bu yılın başında İngiltere’den yapay zekanın yaratabileceği riskler ve çözüm yollarının tartışıldığı bir zirve düzenleneceği açıklandı. Dünyadaki ilk küresel yapay zeka zirvesi Birleşik Krallık’ta düzenlenecek. Yaklaşan ABD ve İngiltere’nin parlemento seçimleri için yapay zekanın tehdit yaratabileceği düşünülüyor. Haberde yer verilen açıklamalara göre gelecek yıl iki önemli seçim olacak ve dünya çapında dezenformasyonda artış görülecek. İngiliz hükümetinin ilgili birimlerinden yapılan açıklamalara göre yapay zeka hakkında düşünmek çevre sorunları ve varoluş sancıları kadar önem taşıyor. Uzmanlar politikacıların bilmedikleri konular hakkında açıklama yaparken yapay zekadan yararlanabileceğini söylüyor.

Yapay zeka ve veri ticaretinin seçimlerde kullanılması haberde adı geçen iki önemli seçimden daha kapsamlı bir problemdir. Bu nedenle rekabet ederken “hakkaniyet” kavramı hem iletişimcilerin hem de siyasetçilerin rehberi olmalı. Oy vermek vatandaşın devletine karşı en büyük sorumluluğudur. Bu sorumluluğun gerçekleşeceği ortamı da mümkün olan en sağlıklı şekilde düzenlemekse devletin sorumluluğudur. Hiçbir seçim süreci vatandaşın hür ve güçlü vicdanını baltalamamalı. Bunu engellemek için tüm ülkelerdeki parlementolarda bu konuyla alakalı çalışmalar yürütülmelidir.

SİZ KİMSİNİZ Kİ!

SEVİLAY ACAR

Birçoğumuz mülteci gibi yaşıyoruz kendi dünyamızda. Sığındığımız yer ise korkular ülkesi. Farkına varana kadar normal zannettiğimiz bu ülkede, alıştığımız o karanlığın içinde yaşamaya devam ediyoruz. Korku hücrelerimize bir koku gibi siniyor ve gittiğimiz her yere, karşılaştığımız her canlıya bulaşıyor sanki. Öfkemiz de, suratımızı asıp dolaşmamız da, bir köşeye çekilip olan biteni sessizce izlememiz de korku nedeniyle. Korktuğumuz şey aslında kendi duygularımız. Suçlu, güvensiz, güçsüz, yetersiz, değersiz hissettiğimiz her an korku içindeyiz. Bu nedenle daha yüksek çıkıyor sesimiz, bu nedenle öfkeyle bakıyor gözlerimiz. Bir başkasında gördüğümüz aynı duygular, içimizde sakladığımız ve sanki bir utançmış gibi yaşadığımız korkularımızı tetikliyor. Onları yok saymaya çalışmamız, kurtulmak için içimizde verdiğimiz savaş, dışarıya yansımasın diye kabuğumuza çekilmemiz ya da pozitif bir kamuflaj ile dolaşıyor olmamız, daha da büyütüyor içimizde bir yerde sakladığımız korku ejderhamızı. Korkularımızla manipüle ediliyor, bunların hepsi çok ayıp ve anormal duygularmış gibi hasta ilan ediliyoruz. Reçeteler buna göre yazılıyor, önyargılar buna göre kurgulanıyor, insan insanı ezbere bildiği bu duygularla işgal ediyor.

“Bizi yağmur ıslatıyor sanıyoruz. Şemsiye kullansak yine de ıslanır mıydık? Öyleyse ıslanmak yağmura değil, bize bağlıdır.” diyor “Sen Hasta Değilsin” adlı kitabın yazarı Psikolog İzzet Güllü ve ekliyor, “Bizi atak, kaygı, korku, takıntı, düşünce gibi süreçlerin etkilediğini zannediyoruz. Oysa etkilenmek olguya değil, algıya bağlıdır.” (Psikolog İzzet Gülü’nün YouTube kanalında detaylı bilgi bulabilirsiniz.)

Atakla, kaygıyla, düşünceyle bir savaşçı gibi yaşıyoruz korkular ülkesinin içinde ve duygu yorgunuyuz belki de. Güçsüz görünmemek için güçlüyü oynuyor ve bu role kendimizi kaptırıp daha da güçlü görününceye dek, içimizde mücadele veriyoruz. Güçsüz görünmek, hayat filmimizde “zavallı insan” karakteri oluşturacak çünkü. Bu nedenle güçlülük enjekte ediliyor önümüzde hızla akan bilgilerle. Bugün çocuklara sunulan kanalların içinde de aynı imgeler var. Bir zamanlar zengin kız fakir oğlan vardı, “yapamazsın, başaramazsın, yetersizsin, değersizsin” diyen dış seslerle büyüdü bir kuşak. Şimdilerde ise “zengin insan - fakir insan.” Ezik kelimesinin tevazuyla, güzelliğin estetikle, mutluluğun maddiyat ile, özgürlüğün cinsiyetsizlikle anlatıldığı bir dünya masalıyla büyüyor çocuklarımız. Biz gölgelerimizden, ışığımızı söndüren ve içimize işleyen o iç seslerden kaçtıkça, onları gizlemeye ve onlarla mücadele etmeye çabaladıkça sarhoş kalıyoruz gerçeklere. Onların ışıkları sönmesin diye, kendi karanlığımızı aydınlatmalıyız. Duygularımızla, gölgelerimizle önce bizim barışmamız, algılarımızın ayarlarıyla oynamamız, savaştığımızın ne olduğunu, kim olduğunu bilerek yaşamamız, çoluk çocuk hepimizin gerçek özgürlüğü fark edebilmemizi sağlayacak bir yol olur belki. “Baş aşağı bir duruş sana yeni bir bakış açısı sunabilir” der, Burak Özdemir, “Levh-i Mahfuz” adlı kitabında. Baş aşağı durduğumuzda gerçek görünür belki kim bilir? Bir bakmışız, kaçtığımız şey yolumuza ışık, içinde olduğumuz şey ise gerçekliğimiz olarak yansır.

Karargahlar kuruyoruz özümüzün topraklarında. Oysa aradığımız şeyin tam üstünde, özümüzde kurmuşuz bataryaları habersiziz. İçimize bir baksak, incecik yanan o ışık yükselecek ve özgür bir iç dünya zengini olacağız durduğumuz o yerde. Güçsüzlüğün, yetersizlik duygusunun, endişelerimizin, güvende hissetmeyişimizin, olumsuz gibi gördüğümüz tüm duyguların yanından “olumsuz” kelimesini bir alsak, sadece bir duyguyla karşılaştığımızı ve savaştıkça büyüyen şeyin gölgelerimiz olduğunu göreceğiz. “Bizim en derin korkumuz yetersiz olmak değildir. En derin korkumuz ölçüsüz bir biçimde güçlü olmaktır.” der Marianne Williamson. Bir bıraksak kendimizi belki de hikâye tam da güçsüz olduğumuz o anda başlayacak.

“Bizi en korkutan şey, karanlığımız değil ışığımızdır” der Debbie Ford, “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” adlı kitabında. “Diğer insanlar sizin yanınızda kendilerini güvensiz hissetmesinler diye büzülüp sinmeniz aydınlanmış bir davranış değildir. Siz Tanrı’nın ihtişamını tezahür etmek için doğdunuz. O sadece bazılarınızda değil, herkeste bulunur.” Dünyamızın içinde özgürce yaşayabilmek için önce kendimize yapıştırdığımız etiketleri kaldırıp dünyaya bir de baş aşağı bakmak, her duygumuzla kendimize kucak açmak, kendimize giden yolda önümüze çıkan tüm kaleleri yok edecekse, neden yola çıkmayalım ki. Ve son söz yine Debbie Ford’tan, “Biz kendi kendimize ben kimim ki, zeki, güzel, yetenekli, muhteşem olayım? diye sorarız. Siz kimsiniz ki, öyle olmayasınız? Siz Tanrı’nın bir çocuğusunuz.”

PROJEKSİYON

Mürvet KARA

Göçmen ve mülteci çalışmaları için yeni yaklaşımlar gerekiyor

Son yıllarda göç kavramının pek çok insanın hayatında önemli bir yeri var. Özellikle 2011 yılından bu yana iltica, mülteci, göç, göçmen gibi pek çok kavramı sık sık kullanıyoruz. Türkiye’den Almanya’ya göçler 1961 yılında imzalanan Almanya – Türkiye İşgücü Antlaşması ile başlıyor. Adından da anlaşılacağı üzere o dönemde Almanya’ya daha çok fizikî güçle çalışacak insanlar gidiyordu. Yapılan yeni araştırmalar göçmen profilinin değiştiğini söylüyor. Habere bakalım.

Deutsche Welle’nin haberine göre; yapılan araştırmalar Almanya’ya yüksek nitelikli göçlerin arttığını ve kültürel uyumsuzluğun günden güne azaldığını gösteriyor. Son 10 yılda Almanya’ya göç edenlerin ülkeyle uyumu, sosyal hayata katılımı, iş piyasasındaki ve eğitimdeki durumunda iyileşme olduğu söyleniyor. Uzmanlar ülkeye nitelikli göçlerin son on yılda yüzde 12’ye yükseldiğini açıkladı. Araştırmacılar göçmenlerin pek çoğunun Alman kurumlarına Almanya doğumlu kişilerden daha çok güvendiklerini iddia ediyor. Habere göre Almanya’da göçmenlerin uyum sağlamasına yönelik ciddi yatırımlar yapılıyor. Yabancı düşmanlığı konusunda da Almanya’da iyileşme görülüyor. Ancak eğitimde denklik konusunda Alman hükümetinin harekete geçmesi gerekiyor. Denklik problemi çözülmediği için nitelikli göçmenler vasıflarını karşılayan işlerde çalışamıyorlar. Göçmenlerin kamusal yaşama katılımında ve temsiliyetlerinde zayıflıklar olduğu görülüyor. Göçmenlerin kamuoyu tarafından kabul görmemesi de başka bir problem olarak göze çarpıyor.

Türkiye’den Almanya’ya göç edenlerin pek çoğunun gece gündüz demeden çalıştığı biliniyor. Bugün Almanya’da iltica ve göç meselesi konuşulurken iltica edenler için beslenme, barınma, giyinme ve eğitim gibi pek çok temel ihtiyacın hükümet tarafından karşılandığı iddia ediliyor. Ancak Almanya’daki göçmen ve mültecilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi gerekiyor. Yurdumuza dönelim. Günümüzde Türkiye’deki iltica ve göç politikaları da benzer tartışmaların ortasında. Ülkemizde göçmenlerin ve mültecilerin çoğunlukla fizikî güç gerektiren işlerde çalıştığı biliniyor. Öyleyse mültecilerin memleketlerine gönderilmesi durumunda eleman sıkıntısı yaşanmaması için tedbir alınması gerekiyor.

ARTI EKSİ

Paylaşmak ya da kendinde saklamak

Mürvet KARA

Kamusal alanda paylaşmanın standartları

Çocukken sevincimizi paylaştığımızda çoğaldığını, üzüntümüzü paylaştığımızda azaldığını öğrenmiştik. Yaz mevsimi geldiği için düğünler dernekler kuruluyor. İnsanların sevinçleri, evlilikleri yaz mevsiminde gözle görülür hale geliyor. Gözlemlerime göre bu yıl düğün salonlarının havasız ortamlarının yerine açık havada düğün yapmak revaçta. Tabii ki ekonomik şartlar gereği müsriflik etmek istemiyor insanlar. Bununla beraber temiz hava eşliğinde sevincimizi kamuya mâl ederken etrafı rahatsız etmemek de önemli. İstanbul’un bazı semtlerinde sokaklarda düğünlerin bilinçsizce yapılmasının eksi sonuçlarından biri de gürültü kirliliği. Sevincimizi paylaşırken daha estetik bir şekilde bunu yapabilmeliyiz. Açık alanda düğün yapmak isteyen insanlar için belli standartlar olmalı ve insanlar bunun için yerel yönetimlerden izin almalı. Kamu huzurunu koruyacak şekilde hukuki sınırlar belirlendikten sonra insanların antik çağlardaki gibi eğlenmesine, gülmesine, dans etmesine kim karışabilir ki?