Nobel Edebiyat Ödülü niçin bu zata verildi? Bu sorunun cevabı, bizim mahalle berberinin dükkânında söylendiği gibi Türk ve Müslüman düşmanlığı değildir.
Peter Handke adında Avusturyalı yazara verilen 2019 yılı Nobel Edebiyat Ödülü, ülkemizde kıyameti kopardı. Sayın Cumhurbaşkanı’ndan bizim mahalle berberine kadar herkes teyakkuza geçti. Sebebi, adı geçen zât-ı nâ-şerifin (şerefi olmayan kişilik) Bosna Savaşı’nda Sırplara destek vermesi, dünyada olabilecek en barışçı ve temiz halklardan biri olan Boşnakların katliama tâbi tutulmasını alkışlamasıydı. Tabii ki insanlarımızın feveranı haklıdır. Dünya’da o kadar yazar varken tutup da bu adamın seçilmesinin tepki toplamaması mümkün değildir. Özellikle Boşnaklarla kan, din ve kültür bağı olan (Haydi biraz daha ileri gideyim, sosyolojik ve tarihsel olarak aynı milletin mensubu olan, DMD) Türklerin tepki göstermesi de çok doğaldır. Ancak biz, eskiden beri gelen bir alışkanlık üzere olayları çoğunlukla duygusal olarak değerlendiriyoruz. Biraz aklını kullananların kafası da hemen komplo teorilerine çalışmaktadır. Böyle olunca karşı karşıya olduğumuz gerçekleri görmekte zorlanıyoruz.
Nobel Edebiyat Ödülü niçin bu zata verildi? Bu sorunun cevabı, bizim mahalle berberinin dükkânında söylendiği gibi Türk ve Müslüman düşmanlığı değildir. Ya da, bazı Aydınlıkçı “aydınlarımızın” zannettiği gibi dünyayı yöneten gizli konseylerin, Tapınak Şövalyelerinin meşum planları da değildir. Hele bazı yeni yetme İslamcı geçinen “münevverlerimizin”, her taşın altında izlerini buldukları İngiltere hiç değildir. Bütün bunların yanında, sırf Cumhurbaşkanı’na muhalif olmak için onunkinden farklı görüşleri savunmayı alışkanlık hale getirmiş “beyazlatılmış ve aydınlatılmışlarımız” vardır. Bunlara göre, bu Nobel Ödülü’nün verilmesi demokrasinin ve fikir özgürlüğünün zaferi imiş. Batı demokrasilerinde en ters görüşleri bile savunanların korunması hatta onların teşvik edilmesi fikir hürriyetinin ne kadar önemli olduğunu göstermekteymiş. Bunları ciddiye bile almıyorum. Eğer Cumhurbaşkanı, Handke’ye dair olumlu bir kelâm etseydi bu sefer bu aydınlatılmış arkadaşlar Cumhurbaşkanı’na itiraz ederek Handke’nin ne kadar faşist ve ne kadar Müslüman düşmanı olduğundan dem vuracaklardı. Bu tür argümanlara girince, meselenin özünü kaçırmaktayız. Fantastik kurgu romanlarına konu olabilecek senaryolar üzerinden meseleyi tartıştığımızda, gerçekleri açıklayacak ne gücümüz ne de itibarımız kalır. Bir de üstüne üstlük meselenin çözümünde ana yoldan sapar, tali yollara girer ve kayboluruz.
“Pekiyi Hocam, Nobel Ödülü’nü niye bu zât-ı nâ-şerife verdiler?” Bir kere iktisat, edebiyat ve barış Nobel’leri yerleşik küresel düzenin ve bu düzenin yarattığı kamuoyunun çıkarlarına uygun olarak verilir. Nobel komitesi elbette ki gizli saklı ve sinsi planları kotarmaya çalışmamaktadır. Ancak ödülün verileceği dönemde, egemen düzenin çıkarları doğrultusunda ve bu düzenin devamını sağlamak için teşvik edici mahiyetteki ödülü o dönemin konjonktürüne göre verirler. Çünkü kendileri de bu düzenin içindedir ve bu düzenin devamından yana olmak kendi çıkarlarınadır. Bu ödülün Handke’ye verilmesinde temel etkenler arasında Avrupa’nın içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi kriz, çoğunluğu Müslüman olan göçmenlerden geldiği varsayılan tehdit algısı, bu sebeplerden yükselen ırkçılık ve popülist milliyetçilikler olabilir. Nobel İktisat ödüllerinde de benzeri bir yaklaşımı gördük. Bu konuda da daha önce yazmıştım.
Meseleyi anlayabilmek için Batı uygarlığını (o da uygarlıksa eğer) tüm gerçekliğiyle anlamak ve bizim kendi kafamızda oluşturduğumuz Batı imajını da yıkmak gerekir. Bunun ötesinde Nobel Ödüllerini yönlendiren Batı kamuoyunun olaylara bakışını, küresel sermaye çevrelerinin çıkarlarını ve genelde emperyalist dünya düzeninin temellerini iyi tanımak gerekir.
İşte bugünkü ve bir sonraki yazılarımda bizim kafamızda oluşan Batı algısı ile gerçekte var olan Batı’yı karşılaştıracağım. Bugünkü yazımda bizim kafamızdaki çarpık ve yanlış Batı algısını inceleyeceğim. Bir sonraki yazım ise Batı’nın gerçek kimliğini anlatmak üzerine olacak. Haydi başlayalım.
TÜRKLERİN GÖZÜNDE BATI
Geç dönem Osmanlı münevverlerinin gözünde Batı deyince akla Paris’in Champ Elysees / Şanzelize Bulvarı’ndaki kafeler, Moulin Rouge / Kımızı Değirmen Revüsü, Fransız İhtilâli, içilen Fransız şarapları ve benzeri kavramlar gelirdi. Fransa’ya vakt-i zamanında giden bazı Jöntürklerimiz, o zamanın en düzenli şehirlerinden birinde kendilerini adeta başka bir gezegende gibi hissetmişlerdi. Çünkü o dönemde Türkiye’de gerçek anlamda bir şehir yoktu; buna İstanbul da dâhildir! Bu ismi genç ama kendileri kart Jön Türklerimiz (Jön Türk genç Türk demekti, DMD) arasında parası olanlar, sözde okumaya gittikleri Paris’te her türlü zevk ve sefaya dalmışlar, arta kalan zamanlarında da Türk Devlet ve Hükümeti aleyhinde yazılar yumurtlamışlardı. Bunlardan yeterince parası olmayanlar ise sokaklarda dilencilik yapmışlar ama memlekete geldiklerinde birer medeniyet elçisi gibi kabul görmüşlerdi. Bu kart Jön Türklerin bugünkü temsilcisi de, örneğin firari Can Dündar’dır! Görüldüğü üzere son dönem Osmanlı münevverleri arasında Batı, “tüketim kalıpları”, yani ne yiyip içtiğiniz ne giyip taktığınız üzerinden değerlendirilirdi. Kendini Batı taraftarı gören münevverlerimiz İstanbulin redingot, rugan iskarpin, burun üstünde tek gözlük, baston ve köstekli saatiyle Beyoğlu’nda arz-ı endam etmeyi “Batı medeniyeti” zannetmekteydi. Bunların karşıtları ise, yine bu yaşam tarzını “Batı medeniyeti” kabul ederek, bunu kâfirlik olduğunu ve böyle yaşayanların dinden çıkacağını söylemekteydiler. Kendi kafalarında oluşturdukları yanlış “Batı Medeniyeti” kavramını reddederek, o dönemki Türk toplumunun geri kalmışlığını, kasabalı yaşam kültürünü ve pejmürdeliğini “İslam medeniyeti” olarak pazarlamaya çalışırlardı. Aradan gecen 150 yıldan fazla zamanda, aslında Türk toplumundaki Batı’ya bu çarpık bakış açısında hiçbir değişiklik olmamıştır.
Bugün de dâhil olmak üzere, Türk toplumunda siyaset “Batı taraftarlığı” ve “Batı karşıtlığı” üzerine kurulmuştur. Ancak bu farklılık “Batılı gibi üretmek” üzerinden değil, fakat “Batılı gibi tüketmek” üzerinden kurulmuştur. Batılı gibi tüketmek demek, kasabalı Türk’e özgü yaşam tarzına ve dolayısıyla bu yaşam tarzının dayandığı farz edilen dine karşı olmak olarak algılandı her iki tarafça da. Dolayısıyla, bugüne kadar gelen siyasi kamplaşma hep bu kıstas üzerinden hayata geçti. Bir adam ne kadar millici ve vatanperver olursa olsun eğer karısı mütesettir değilse ve akşam da iki kadeh parlatıyorsa o adam Batıcılar tarafından çağdaş ve aydın, Batı karşıtları tarafından da din ve millet düşmanı diye algılanır. Başka bir adam da, ne kadar küreselci ve gayr-ı milli olursa olsun eğer karısı mütesettir kendisi de beş vakit namazındaysa Batı taraftarları tarafından gerici ve yobaz, Batı karşıtları tarafından da millici ve vatanperver addedilir. Trajikomik! Bütün bunlar Batı’yı bir yaşam tarzı olarak algılamamızdan kaynaklanmaktadır.
Pekiyi bu yaşam tarzı Batı dediğimiz olgunun varlığının temeli midir? Hayır. Batılı yaşam tarzı, Batı medeniyetini oluşturan toplumsal, tarihi ve iktisadi etkenlerin binlerce yıl içinde pişirdiği bir sonuçtur. Batı medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran temel sosyolojik ve iktisadi olguları dikkate almadan, o iktisadi ve sosyolojik alt yapıya sahip olmadan Batılı gibi yaşamak hülyası ancak sömürgeleşmiş toplumlarda bulunur.
Pekiyi olumlu ve olumsuz yanlarıyla Batı’yı Batı yapan etkenler nelerdir? Bu da Pazartesi’ye kalsın.