BM Genel Kurulları mesajlar adına önemli bir platformdur çünkü uluslararası topluma sadece diplomatlar ve diplomatik kültür aracılığı ile değil, en doğrudan hitap edebildiğiniz yerdir.
Bir haftadır, BM 78. Genel Kurul görüşmelerinde ve marjında, önünde arkasında yapılan görüşmelerde Türkiye’nin verdiği mesajları konuşuyoruz. Zira başta sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere Türkiye heyetinde yer alanlar tek bir mesaja odaklanmadılar. Türkiye’nin beklentilerini, küresel ve bölgesel meseleler karşısında Ankara’nı duruşunu anlatan pek çok mesaj verildi. BM Genel Kurulları mesajlar adına önemli bir platformdur çünkü uluslararası topluma sadece diplomatlar ve diplomatik kültür aracılığı ile değil, en doğrudan hitap edebildiğiniz yerdir. Bu nedenle hem BM Genel Kurulun o dönemki ruhunu özetleyen atmosferi, hem de verdiğiniz mesajların netliği ve niteliği aslında diplomatik duruşunuz açısından çok önemlidir.
Reform arzusu her yerde…
Bu sene BM Genel kurulunun genel atmosferi “reform arzusunu” yansıtıyordu. ABD yönetimi bile Ukrayna’ya yardım, Ukrayna meselesini Rusya’nın suçlanacağı bir zemine bağlamak ve bu konularda küresel bir oydaşma oluşturmak derdini reform arzusuna cevap verir bir retorikle yapmayı seçti, daha doğrusu seçmek zorunda kaldı. New York ya da Washington’da oluşturulan gündemler, ağzımızda yapay bir krema tadı bıraksa da gerçekliğe bir noktada dokunmak zorunda. Bugünün gerçekliği de tek bir sorundan ibaret değil, küresel ve bölgesel yönetişim ve yönetim denemeleri insanoğlunun çektiği sıkıntıları ve modernizmin açmazlarını gidermeye yetmiyor. Üstüne üstük uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmadığı ve yakın gelecekte sağlanamayacağına yönelik bir algı da var. Tüm bu tıkanıklığın faturasını “otokrasilere” kesme çabasını da küresel toplum yutmuyor. Sorun sistemde otokratik ve demokratik revizyonist devletlerin varlığı. Bu konuda olağan suçlular listesinin başında da ABD yer alıyor. Rusya’nın açık bir revizyonist eylemle ortaya çıkması, BM Genel Kurulunun almış olduğu Ukrayna ile ilgili kararlarda Rusya’nın derhal ve koşulsuz Ukrayna topraklarından çekilmeye davet edilmesi, Putin’in uluslararası toplantılara katılamaz hale gelmesi vb de bu sonucu değiştirmiyor. Biden’ın BM konuşması, aslında ABD’nin bu durumun farkında olduğunu bize gösteriyordu. Bu nedenle konuşmanın haleti ruhiyesi, “ey şansızlar, ey acı çekenler, ey küresel istikrarsızlıktan mustarip olanlar, sizi unutmadık. Yoğun gündemimize rağmen sizi düşünüyoruz” tonuna bürünmüştü. Bu söylemin düpedüz riyakarlık olduğunu düşünenler de var, reform arzusu ve gündemini domine etme çabasının bir parçası olduğunu düşünen de.
Sorun yeni değil
BM’de reform gündemi yeni değil. 1960’lardan beri uluslararası sistemin yönetişim ayağının reforme edilmesi için uğraş veriliyor. Bu çabalar kimi zaman BM’nin yapısına (sekreterlik ve BM Güvenlik Konseyi başta olmak üzere), karar alma yöntemlerine, etkinliğine (bütçe ve güç kullanımı durumunda başvurulacak unsurlar da dahil olmak üzere) odaklanıyor, kimi zaman da amaçlarına. Kolay değil gerçek bir küresel ve çok misyonlu (barışı koruma ve güvenlik dışında da misyonlar barındıran) uluslararası bir örgütten bahsediyoruz. Bu örgüt egemen devletlerle beraber, egemenliğin temel norm olduğu ve güç dağılımının eşit olmadığı bir sistemde hareket ediyor. Dolayısıyla zamanında gerçekleşen tüm reformlara ve dillendirilen tüm reform isteklerine rağmen, yönetişimi etkili bir biçimde, adil ve istikrarlı bir dünya için sağlamak konusunda sicili parlak değil. Burada mesele elbette statü sahibi (yani BMGK daimi üye) ülkelerin bu statünün getirdiği hak ve yetkileri küresel yönetişimin en dokunulmaz, en önemli unsuru saymalarından da kaynaklanıyor. Ama bunun yanında adil bir dünyadan ne kastedildiği konusunda küresel kültürel bir oydaşma da yok. Böyle bir oydaşma normatif zeminde statü sahibi devletleri bazı adımları atmaya zorlayabilirdi. Bugün Batıya da Rusya ya da/ Batılı olmayanlara da eşit derecede güvenildiği ya da güvenilmediği bir atmosferdeyiz. Yani uluslararası toplumu oluşturan temel kurumlar dışında normatif hiyerarşi belirleyebilecek ideolojik ya da kültürel bir pusula iğnemiz yok. Bu konuda oluşturulmaya çalışılan koalisyonlar bile çok gevşek ve ortalık bu nedenle salıncak devletlerle dolu.
Bugünün ve Ankara’nın çağrısının farkı ne?
Bugün BM’de aktörlerin reform konusunda düşünmeye iten genel bir memnuniyetsizlik. Bu memnuniyetsizliğin kaynağını en önce işaret edenlerden biri Türkiye’nin “dünya 5’ten büyüktür” sloganıydı. Bu oturumda Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, konuya sloganın ötesinde bir açıklama getirerek “küresel güçlerin jeopolitik ihtirasları ve BMGK’de 5 daimi üyenin birbiriyle mücadelesi” küresel sorunları çetrefil ve içinden çıkmaz bir hale getiriyor. Dolayısıyla bugün arzu edilen reform- ki önerilen, desteklenen reform paketleri farklı öncelikleri işaret etmeye devam ediyor- küresel güçlerin jeopolitik ihtiraslarından ve mücadelelerinden uzak olmalı. Bu elbette yine Türkiye’nin dillendirdiği “adil bir dünya” için daha köklü ve normatif bir reform talebinden daha araçsal bir reform vurgusu ama şu anda sistemde uluslararası toplumun karşı karşıya kaldığı tehlikelere (1-reform olmazsa revizyon eğiliminin ortaya çıkması ve 2-reformun küresel güçlerin jeopolitik ihtiraslarının ve mücadelesinin bir aracı haline dönmesi) karşı bir panzehir. Böylece Türkiye farklı reform taleplerinin hemen hemen herkesten geldiği bir ortamda, neden reform arzuladığını net bir biçimde açıklayarak kendi özgün duruşunu korudu.
KKTC’nin tanınma daveti
Ankara’nın verdiği küresel mesaja eşlik eden ve Türkiye’nin bölgesel konularda bakışını anlatan mesajlar da önemliydi. Bunlar arasında üç konunun, konjonktür dolayısıyla da ön plana çıktığını görüyoruz. İlk konu Kıbrıs ile ilgili. BM’de gerçekleştirilen görüşmeler (Erdoğan-Miçotakis, Fidan-Guterres, Tatar-Guterres) Pile yolu krizi sonrasında geldiği ve Ankara BM’yi tarafsızlığa uygun davranma konusunda uyarılarını BM Genel Kurul toplantısına da taşıdığı için önemliydi. Erdoğan yaptığı konuşmasında BM’in konumuna uygun davranmaması durumunda Kıbrıs misyonunun başarısız olacağını ima etti. Bu uyarı Türkiye’nin Kuzey Lefkoşa’nın Cenevre sonrası duruşunu destekleme konusunda ne kadar kararlı olduğunu da gösteriyor. Erdoğan, Kıbrıs’ta sorunun artık iki devlet parametresi temel alınarak çözülmesi gerektiği fikrini ve KKTC’nin tanınması çağrısını tekrarladı. İki devletli çözüme karşı ileri sürülen BM çerçevesi, federal çözüme dayalı BM parametreleri ile ilgili söylemlere karşı da böylece BM kürsüsünden net bir biçimde Ankara’nın duruşunda bugün ve gelecekte bir sapma beklenemeyeceğini de iletmiş oldu. Artık KKTC’de iki devletli çözüm dışında bir model arayışının beyhude bir fikir egzersizi olduğu takip eden Guterres-Fidan, Guterres-Tatar görüşmelerinde de görüldü.
TDT toplantısının önemi
Bu arada Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) Gayriresmi Dış İşleri Bakanları toplantısına (ki gerçekleştirilen Türkevinin işlevini daha net anlamamızı da sağlıyor) KKTC Dışişleri Bakanı Sayın Ertuğruloğlu’nun katıldığını ve toplantıdan bir özel ekonomi bölgesi (TURANSEZ) hazırlığı bilgisinin geldiğini de not edin. Bu toplantı şu açıdan da önemliydi: TDT toplantısı C5+1 (5 Orta Asya Devleti ve ABD) toplantısının da gerçekleştiği bir ortamda yapıldı. Bir süredir Washington’daki bazı çevreler Orta Asya-ABD iş birliğinin canlanması gerektiğini söyleyip duruyor. Buna rağmen ABD’nin bazı provakatif ve vekiller üzerinden, çoğu başarısız denemeleri dışında uygun format ve model bir türlü bulunamadı, bu yüzden C5+1 de düne kadar yüksek profilli bir model olmaktan uzaktı. Bu modelin vaatleri ne olursa olsun TDT içerinde değerlendirilecektir, bu bağlamda TDT’nin ve Ankara’nın bölgesel iş birlikleri açısından literatürde “kapı tutucu” da denilen bir işleve sahip olmaya başladığını değerlendiriyoruz. Bu çerçevede Ermenistan’ı ötekileştirmeden ve 3+3, 2+2 gibi Ermenistan’ın da katılabileceği iş birlikleri modellerini açık tutarak BM kürsüsünden Karabağ Azerbaycan’ındır demek son derece önemlidir. TDT’nin da Karabağ’daki gelişmeleri Azerbaycan lehinde yorumlayan kararları unutulmamalı. Bölgede Rusya’yı hesaba katmadan yapılacak jeopolitik denemelerin çok başarılı olmayacağı algısı var, buna Türkiye’yi hesaba katmadan yapılacak jeopolitik denemelerin de başarılı olmayacağı sonucunu ekleyelim. Ve bakalım bu sonucu Avrupalılar ne zaman işitirler.
Türkiye-İsrail hattı
Üçüncü konu, Türkiye-İsrail normalleşmesinin devamı olarak gerçekleşen Erdoğan-Netanyahu görüşmesinin en heyecan yaran çıktısı, ortak sondaj ve Doğu Akdeniz gazının Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Batı’ya taşınma fikri. Konunun teknik ve ekonomik yönü (hedef Pazar ne olmalı vb) çok tartışılıyor. Oysa bu haberin taşıdığı üç önemli siyasi ve stratejik mesaj var ve bu mesajlar bugünün atmosferinde proje gerçekleştiğinde ortaya çıkacak sonuçlardan belki de daha önemli: 1)- Türkiye ve İsrail anlaşabilir mesajı. Bu mesaj Doğu Akdeniz- Levant’taki güç dengesine yönelik bir yön taşıyor. Bu nedenle Yunanistan kadar İran da ABD de Rusya da (Suriye dahil) ne oluyor, nasıl oluyor diye bakıyorlardır. 2)-Batı enerji güvenliği söz konusu olduğunda bütün olanlara rağmen İsrail ve Türkiye birbirlerini yatırım yapabilir buluyorlar mesajı. Bu mesajı, Türkiye muhtemelen Avrupa’ya, İsrail de hem Avrupa’ya hem de Biden hükümetine veriyor ve bazı taşların oynamasını umuyorlar. Bu nokta da Ankara’nın beklentileri hem siyasi, hem de ekonomik 3)- Ankara, kendisinin içinde olmadığı projelere yatırım yapanlara kendisi ile işbirliğinin daha karlı ve gerçekleştirilebilir olduğu mesajını veriyor. Doğu-Batı/ Kuzey-Güney güzergahında çizilen büyük koridor, kuşak, kapı vb haritalarında kimsenin Ankara’yı unutmaması gerektiğini enerji transit merkezi olma iddiasını kenara bırakmadan iletiyor.