Mensubiyeti ile gurur duyduğumuz toprakların, anlayışların, kültürel miras ve medeniyetin farkında olmalıyız.
Mensubiyeti ile gurur duyduğumuz toprakların, anlayışların, kültürel miras ve medeniyetin farkında olmalıyız. Her toplum, her değer, her anlayış, her inanç kaynaklandığı iklimden izler taşır. Taşıdığı izlerle gelecek nesillere ses, bayrak, anlayış, düşünce dolayısıyla şiir, sanat, edebiyat ve kültür oluşturur. Her türlü katkının bu merkezde bütünleştiğini ve buradan bireylerden kalabalıklara yayıldığını unutmamak icap eder.
Medeniyet ekseninde yazmaya gayret ettiğimiz yazılar aslında kendi köklerimize işaret etmek içindir. Kök değerlerimiz, Kuran ve sünnetle - hadisler ışığında beslenmiş değerlerdir. Nizamın tesisinin adaletle olduğunu, edeple ve güzel ahlakla çerçevelendiğini, kul hakkına riayetin vazgeçilmez ana unsurlardan olduğunu bilmektir. Kelimeleri bizden olan, tefekkürü, ilim ve irfanı bizden olan hususlara dikkatlerimizi yönelterek çıkış yollarının bizleri beklediğini söylemek içindir. Her değer, her düşünce, her fikir kendi köklerinden güç alır. Her kelimenin bir doğuş hikâyesi vardır. Durup dururken bir kelime dile dolanmaz. Akıl onu bulmaz. Kelam sahibi onu kullanmaz. Eşyanın isimlerinin öğretildiği bir öğretiyi merkezimize alarak geliştik, ilmin iklimlerinden beslenerek kendimizi idrak ettik. İrfan ehlinin sofralarında eşyanın dilini kavramaya, yaratılış sırrını çözmeye, ruhumuza yeniden dönmeye başladık. İşte bu yolculuk, bizleri dünyanın en görkemli medeniyetine mensup olduğumuzun idrakine ulaştırarak dünyaya ve içindekilere karşı sorumluluğumuzu hatırlattı. Görkemli olan husus; yaratılışın sırrına ulaşmada, varlığın yegâne sebebinin kulluk olduğunu bizlere hatırlatan ve mümin olma vasfının kaynağı olan vahyi, doğru anlamayı, kutlu kitap Kuran'ın gösterdiği yolda dosdoğru olmanın gerektiğidir. Kuranı bize ulaştıran ve emanet olarak bırakan Allah (cc) ve Rasulünün (as)’ın hadis ve sünnetlerini ayetlerle meczederek bir bütünlük kazanabileceğimize iman etmiş olmamızdır. Dolayısıyla bu anlayış insanı kâmil olmanın yoludur. Varlıklar içinde seçkin olmanın garantisidir.
İbni Haldun, toplum bilimcidir. Hem tarihin bizlere bıraktığı hususlara dikkatlerimizi çekmiş hem de insan sosyolojisiyle toplum biliminin aydınlatıcısı olmuştur. Farabi’den İbni Miskeveyh’e, İmam-ı Gazali’den İmamı Rabbani’ye, İbni Arabi’den Abdulkadir-i Geylani’ye uzanan bu yolda hikmet sahiplerinin toplumu derleyip topladığını, bahsettiğimiz umdeler ışığında birer mümin kullar olabilmek için çabalayıp durduklarını ve geleceği inşa edecek olan yetenekleri bu ilimle, irfanla donatarak bıraktıklarını da bilmemiz icap ediyor. Medeniyetten bahsedeceksek kuşkusuz üretilen eserlere, âlimlere, fazilet sahiplerine, bilim ve ilim insanlarına, bütün dünyanın ufkunu açan tefekkür ehline bakmak icap eder.
İnsanların toplum halinde yaşama ihtiyaçlarının bir arada bulunarak çözülebileceği düşüncesine götürmektedir bizleri. Yalnız başına mücadele edilemeyeceğini, doğa şartlarına direnilemeyeceğini, kendini, çevresini ve ailesini vahşi hayvanlardan koruyamayacağını ve birlikte olunduğunda her işin daha kolay çözülebileceğini ilk insan Adem (as)’a öğretilmiş isimlerin ve genlerde mevcut olan seçilmiş-övülmüş insan olmanın aktörlüğünün bu inşa ameliyesini geliştireceğine yönelik olduğu da muhakkaktır. Ahseni takvim, insanı kâmil meselesine daha fazla girmek konuyu uzatır. Tefekkür dünyamızda bu hareketlilikleri izah ederken; “el-ictimâu’l-insânî, el-ictimâu’l-beşerî, el-medeniyye” gibi tabirlerin yanında belki de daha çok “umrân, umrânü’l-âlem, el-umrânü’l-beşerî” tabirlerini kullanmışlardır. Umran toplumlar ve şehirler elde edebilmeyi ifade etmek istemişlerdir. Yaratılan insana, problemini çözebilme kabiliyeti verilmiştir. Yaşadığı dünyayı, doğayı, doğada vuku bulan olayları, kendine ve ailesine bakabilme, cemiyetine katkılarda bulunabilme yetenekleri ona verilmiştir. Yalnızca hareket halindeyken bunları keşfetmesi gerekmektedir ki o da öyle olmuştur. Olaylar, açlık ve yeryüzündeki bitkilerden, doğanın verdiği imkânlardan yararlanabilmesi insana kısa sürede bunları kavrayarak ihtiyaçlarıyla çözüm yollarını göstermiştir.
Görüldüğü üzere insan acıktığında karnını doyurması gerektiğini idrak eder ve bunu çözer. Üşüdüğünde, ıslandığında çözümleri arar ve bulur. Neye ihtiyacı varsa bunları temin edebilmenin yollarını keşfetmek insanın iradesini kullanması ile ilgilidir. Yalnız başına yaşayamayacağını anladığında aile olmanın getirdiği sorumlulukları çözer. Ev bark sahibi olur. Neye ihtiyacı varsa vakti geldiğinde o ihtiyacı çözmenin yolları keşfin yollarını açar. Cemiyet şehirlere ve kalabalık topluluklara ulaştığında problemler ve çözüm yolları da kendiliğinden belirginleşir. Bunları keşfetmek, çözmek, aileden cemiyete ve topluma doğru devleti ve milleti yönetme yolları belirginleşerek çözümlerin kendi içinde mevcut olduğunu kavratır. İlimden irfana, teknikten sanata ve şiirden hikmete vs alanların belirginleşmesi de doğal hayatın içinde her şeyi kullanabileceği, yönetebileceği anlayışlarını da gösterir.
İnsanı yönetme, aileyi ve devleti yönetme yöntemleri de inancın kuralları çerçevesinde belirginleşir. Kural koyucu olan insan değildir. Kuralların sahibi vahyi gönderen Allah'tır ve onun koyduğu kurallar hem dünyayı yönetmeyi, hem bireyin ahlak ve edepli olmasını hem adaletten sapmamasını, insanın insandan üstün olmadığını ve hukukun herkesi bağladığını ve üstünlüğün yalnızca Allah'a kullukta takvayla gösterildiğini de öğretir. Böylesi bir anlayış içerisinde insan, iki dünya hukuku çerçevesinde bir hayatı yaşamanın yöneticiliğini yapar. Çünkü şeriat bellidir. Allah ve Peygamberlerin getirdiklerine inanma, iman ve amel sahibi olmaktır. Elbette bütün insanlık âlemi, son peygamber Hz. Muhammed (as)’a iman etmekle mükelleftir. Onun getirdiği ve uyguladığı uygulamalarla iki dünyada kurtuluşa ermektir. Umran şehir denildiğinde, hayatın içinde ve hayatın gerçekleri doğrultusunda planlanmış, kalkınmış, kültürden sanata, edebiyattan şiire, ilimden irfana bütün alanlarda kulların esenliğinin sağlanmasından ibarettir. Maide 32.ayeti kerimede belirtilen; “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” hükmünün hayata geçirilmesi icap eder. Eşitliğin, kardeşliğin sağlanmasını, haksızlık yapılmamasını, hiçbir insanın “takva sahipleri haricinde” diğerinden üstün olmadığını, savaş yani (cihad)haricinde adam öldürmenin affedilmeyeceğini bizlere hatırlatır.
Görülüyor ki bütün bunlar, bize tarihi ve geçmişi doğru okumamızı söylüyor. Farabi'nin ve İbni Sina’nın önermeleri üzerinden değerlendirme yapan Taşköprüzade; “Erdemli bir toplumun dini hayatla medeni hayatın birlikte oluşturulabileceğine” atıfta bulunmuş olması önemlidir. Keşfüzünün’unda Kâtip Çelebi’de İbni Haldun’a katıldığını ve “Medeniyet anlayışının ancak din ile felsefi ilimler arasında (biz buna dini anlamıyla daha çok tefekkür diyelim) kurduğu irtibata katılarak” dikkatlerimize sunar.
Ezcümle Medeniyet; yüzyıllar boyu getirdiği birikimlerle insanlığı besler. Köksüz toplulukların oluşturduğu kalabalıklar zaman içinde unutulup gider. İslam Ümmetinin oluşturduğu İslam Medeniyeti ise; insanlığa adaleti, hakkı, sevgiyi, vahdeti, tevhidi önermiştir. Allah'ın varlığına ve birliğine, Meleklerine, Peygamberlerine, Kitaplarına, Ahiret gününe yani kaza ve kadere, Öldükten sonra tekrar dirilmeye” imana davet ederek “Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed (as) Allah'ın kulu ve elçisi (peygamberi)dir” bunlara iman ettim, ömrümüzü adadım der Vesselam.