Medeniyetle, kültürle, sanatla, edebiyat ve şiirle ilgili çok şey yazıldı ve yazılıyor.
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” Bakara suresi 155
Medeniyetle, kültürle, sanatla, edebiyat ve şiirle ilgili çok şey yazıldı ve yazılıyor. Daha önce çeşitli vesilelerle bu konu etrafında konferanslarım ve yazılarım da oldu. Örneğin “Şiir ve Medeniyet”, “Edebiyat ve Medeniyet” ve “Şehir ve Medeniyet” üç ayrı kitabımız birkaç baskı yaptı. Şimdilerde “Şehir ve Medeniyet” eserimiz “Motto” yayınlarınca yeni bir baskısı okuyucuya ulaştırılmak üzere kapağı, tasarımı bitti, baskısı yapılmak üzere matbaaya gittigidiyor. “Kültür ve Medeniyet” dosyamızı da hazırlamıştık lakin baskıya gönderme fırsatımız olmadı. Hatta “Sanat ve Medeniyet” dosyamızda bekliyor.
Medeniyet, geniş kapsamda ele alınan bir kelimedir. Özellikle toplumların inançları ve yaşayışları ekseninde böyle bir sıfat kullanılmıştır. Toplum dini düşüncesi, hayatı olarak ele alınıyor. TDK bu kelimeye “uygarlık” diyor ve Uygur Türkçesinden alındığını ifade ediyor. Medeniyet; bir toplumun, maddi ve manevi tüm unsurlarını, tasavvurlarını, tefekkür ve yaşayış hayatını, yerleşik bütün kurallarıyla bireyden topluma dini anlayış ve yaşayışını, canlı tür ve ürünlerini de içine alan, ilimden bilime, teknikten teknolojiye, sanattan edebiyata verilen isimdir.
Klasik İslâm felsefesinde, Medine, medenî, medeniyye ve es-Siyâsetü’l-Medeniyye tabirleri arasındaki kavramsal ilişkiyi kuran Farabi’dir. Konuyu felsefi bir disiplin içerisinde ele almıştır. İnsanı ve toplumu ele alırken, bireyden topluma bir bakış açısı getirerek tüm ihtiyaçlarını, bu beraberlikle halledebileceği sonucuna ulaşmıştır. Bu nedenledir ki “şehir” denildiğinde “medine” kast edilmektedir. “Millet”ten kasıt “ümmet”tir. Buradaki vurgu ilk aslıyla İslam ümmeti, İslam toplumudur. Köylerden kasabalara, şehirlerden millete yürüyen- büyüyen bir yolculuktur bu. Dağınık halde bulunan yaşayış ve anlayıştan kurtularak bir arada yaşama bilinci oluşturmaktır. Köy, mahalle, sokak, cadde ve ailelerin ihtiyaçlarının giderildiği mahaller haline getirilerek pazarlara, sosyal yaşayışlar için donatılara (panayırlardan halk pazarlarına, sanat atolyelerinden kültür merkezlerine, eğitim kurumlarına, parklardan bahçelere, şifacılardan hekimlere, sağlık ocaklarına ve hastanelere vs.) zemin hazırlama ancak şehirleşmeyle mümkün olabilmiştir. İnsan, mutlu olmak, güven içinde yaşamak, ilimden hikmete açılan kapılardan faydalanmak, toplumu yönetenleri ve yöntemlerini bilmek ister. Farabi’nin “İdeal Devlet” anlamında ele aldığı eseri “Medinetül Fazıla’da” “Erdem, mutluluğa gerçek anlamını veren değer” olarak ifade ediliyor.
Devlet Başkanında olması gereken özellikleri açıklayan Farabi; ülkeyi-devleti yöneten kişinin dosdoğru olması ve asla yalan söylememesi gerektiğinden yola çıkar. İstişareye açık, iyi bir dinleyici ve öğrenmeye müsait olması gerektiğini söyler. Nefsine düşkün değil bilakis dinde, edep, ahlak, anlayış ve basirette idrak sahibi olması gerektiğine dikkat çeker. Akıllı, anlayışlı, kararlar alabilen, her zorluğa katlanabilen, tahammüllü, ehliyet ve liyakata önem veren nezaket ve basiret sahibi olmasını isteyerek, eğlence, yeme ve içmeye düşkün olmaması gerektiğini uzun uzun anlatır. Medeniyete sahip olanların yani şehirde yaşamayı hak etmiş devlet sahibi olan toplumların, değerler sistemine sahip olmalarını da anlatır. Metafizikten kozmolojiye, kozmolojiden ahlâk ve siyasete uzanan görüş ve uygulamaların yönlendirici ilkelerinden de bahseder. Özellikle ifade etmeliyiz ki “Medine İslam Site Devleti” diye ifade edilen İslam Medeniyetinin aslı hüviyet ve uygulamasını gördüğümüz “erReisül Evvel” diye de zikredilen Hz. Muhammed As.’ın kurduğu devlettir ki, Farabi bu konu üzerinde fazlasıyla durmaktadır. Çünkü Mekke’den Medine’ye ulaşan, giderek büyüyerek insanların hafızasından gönüllerine sirayet eden, vahiyle ödüllendirilmiş olan, fertten topluma ve dünyaya yayılan din ve hükümlerinin kurucu Devlet Başkanı, Rasulüllah’tır. Erdemli şehir “el-Medinetü'l Fazıla”dır. Eseri Bağdat’ta yazmaya başlamış Şam’da (Dımaşk’ta) tamamlamıştır.
Farabi'de erdem; akli ve nakli ilimlerin sağladığı güzel ahlak, temiz bireyden topluma yürüyüşün, haktan, adaletten sapmadan vahyin sınırları içinde bir hayatın mutlu ve mesrur kıldığı yani teorinin pratikleştiği, yardımseverliğin, hakşinaslığın, vefanın, hakkın üstün tutulduğu, helalin helal, haramın haram olduğu değerler sistemini oluşturur. Erdemin kapsadığı alanlardır bunlar. Eserinde, “Erdemli bir toplum esas alındığında ilmî, ahlâkî ve dinî vechelere sahip bulunan yahut bunlar olmaksızın gerçeklik kazanmayan sosyo-politik bir hayatın ilkelerine” dikkatlerimizi çektiği gözlenmektedir.
Bu konuda İbni Sina “eş-Şifa el-İlahiyat” eserinde; Toplum “bireylerinin işbirliği”nin önemi üzerinde durarak, “sosyal ilişkilerdeki hassasiyete” dikkat çeker ve “adalet ilkesinden asla vaz geçilemeyeceğine vurgu yaptığı” görülür. Adaletin terazisinin sapma göstermeksizin – “çıkar ilişkilerine mal edilmeksizin- herkes için eşit uygulamayla mümkün olduğunu” söyler. Farabide olduğu gibi İbni Sina’da vahye dikkat çekerek “devleti kuracak iradenin ve sistemin vahiy kaynaklı olması gerektiğini ve vahiy alan bir Nebi’nin vaz geçilmezliği” üzerinde durur. Tefekkürün kıymetli oluşu elbette büyük sanatkârın varlığını idraktır. Semavat ve arzın yedi kat merhaleleri üzerinde tefekkürdür. “Tehzibül Ahlak” eserinde İbni Miskeveyh; “İnsanın yaratılışı itibariyle birlikte-beraberce-toplu halde yaşamaya” meyyal olduğundan bahseder. “Bu beraberlik, ahlaki erdemlerin (vasıfların-özelliklerin) ancak medeni bir hayat içinde yaşanılabileceğine” vurgu yapar. Fahrettin Razi ise, “el-Mebahisül Meşrikiyye” eserinde, sosyal bir devlet anlayışının ancak vahiy merkezli, adil ve ahlak çerçevesinde olması gerektiği üzerinden Farabi ve diğerlerine katılarak “Nizamı Âlem’in böyle sağlanabileceğine işaret eder. Nizamı Âlem, Osmanlı Cihan Devletinde “toplum düzeni” olarak kullanılmıştır. Nasiruddin Tusi “Ahlak-ı Naşıri” eserinde insanın medeni yani şehirli hayata olan ihtiyacını ele almıştır.
Tarihin öğrettiği en önemli öğreti, geçmişin geleceğe işaret etmesidir. Günümüz dünyasında insanlığın yaşadığı vahşetleri, terörleri, çıkış yolları arayıp durduğu problemleri, savaşları, depremleri, felaketleri insanlığın, toplumların, kavimlerin, devletlerin ve krallıkların da önceden yaşadığını biliyoruz. İnsanlık tarihi, aynı zamanda dinler tarihidir. Aynı zamanda peygamberler tarihidir. Önceki kavimlerin başlarına gelen musibetler bizlere son peygamber, insanlığın kurtuluş rehberi Hz. Muhammed (as) tarafından vahiyle aydınlatmış-haberdar etmiştir. Nuh (as.)’ın tufanından, Lut (as)’ın kavminin uğradığı helaktan, Musa (as)’ın kavminin Kızıl Denizi geçmesi esnasında ve sonrasında vuku bulan olaylardan vs. sıklıkla bahsedilerek insanlık uyandırılmak istenmiştir. İsrailoğullarının nice felaketlere sebep olduğundan, nice peygambere eziyet ettiklerinden de bahsedilmiştir. Medeniyet inşası asırlar gerektiren bir mücadele sonucunda elde edilir. Bütün mevcudatı ile elde ettikleriniz sizi bir medeniyet mensubu kılar. İlimde, teknolojide, kültürde, sanatta, eşyada ve insanlık âlemine verdiğiniz-kazandırdığınız esenlikte, huzurda anlaşılır. İsrailoğulları ne dün ne bugün ne de gelecekte insanlığa asla huzur vermeyen bir kavimdir. Günümüzde Filistinlilere, Gazzelilere, Kudüs'e yaptıklarının karşılıklarını mutlak surette bir hezimetle görecekleri de muhakkaktır.