Sayın Cumhurbaşkanı, İslam dünyasında kadına (çarpık) bakış açısından gerçekleşen uygulamaların İslâm ahkâmına, Kur'an buyruğuna ve Sünnet-i Nebevî'ye aykırı birer tabu olduğunu vurguladı. Bu da ülkemizde medyada tartışmalara yol açtı. İş döndü dolaştı İslam ve modernizme, İslâm'da (hâşâ) reform iddialarına kadar geldi.

SAYIN CUMHURBAŞKANI’NIN DİNİ UYGULAMALARDAKİ TABULAR HAKKINDA AÇIKLAMASI

Hemen söyleyelim: Sayın Cumhurbaşkanı’na canı gönülden katılıyorum. Kendisini değme ilâhiyatçılardan daha cesur ve açık yürekli olarak görüyorum. Dinin ahkâmını doğru anlamamız yolunda yaptığı önderliği çok doğru buluyorum. Emir-ül Mü’minine (İnananların Yöneticisi’ne) de bu yakışır zaten. Bir sonraki yazı bu konuda olacaktır.

HIZLI SANAYİLEŞME VE TÜKETİM – YAŞAM TARZI MERKESLİ SİYASİ KAMPLAŞMA

Cuma günkü yazımda, aslında, Cumhuriyet dönemi siyasetimizde rol alan siyasi partilerin temel ideolojilerini ve dayandıkları sınıfları anlatmaya çalışmıştım. 1923 – 1946 arasındaki tek parti uygulaması İttihat ve Terakki’nin programının revize edilmiş hali idi. Bu dönemde, gerçekte, bürokratik bir devlet yapısıyla hem milli bir ekonomi oluşturulmaya hem de asri / medeni gibi kavramlar adı altında Türk toplumunu Batı kültürüne entegre etmeye çalışılmıştır. Buradaki temel sorun, kültürel değişimin ve sosyal örgütlenmedeki dönüşümün iktisadi altyapıdaki dönüşümden daha yavaş gerçekleşmesidir. O dönemki Cumhuriyet idaresi, hem hızlı bir sermaye birikimi hem de (belki de daha) hızlı bir kültürel dönüşüm arzu etmekteydiler. Ama toplumsal olayların akışı farklıdır.

Bu yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde Osmanlı’dan bu yana Türk siyasetindeki temel kamplaşmanın toplum içindeki yaşam tarzı – tüketim kalıpları farkına dayandığından bahsetmiştim. İşte Cumhuriyet döneminde, ağırlıklı devlet memurları ve -ta Osmanlı’dan beri Frenk hayatına uyum sağlamış - yüksek gelir grubuna mensup zümreler Cumhuriyetin kurduğu şehir hayatına ve onun dayattığı tüketim kalıplarına uygun yaşarlarken, taşra ve kırsal kesimdeki gruplar – hem yaygın fakirlik hem de kasaba çevrelerinde yerleşik kültürel tutuculuk sebebiyle – Osmanlı’dan kalan yaşam tarzı ve tüketim kodlarına uygun yaşamaktaydılar. Türk inkılabının bazı alanlarda cebri kültür değişimini zorlayan uygulamaları, belki şehir merkezlerinde değişen iktisadi şartlar sebebiyle çok rahatsızlık yaratmamıştır. Çünkü şehir hayatının ve sanayi üretiminin yarattığı işbölümü insanları ister istemez modern bir toplumun yaşam tarzına daha uyumlu hale getirmektedir. Ancak, taşrada bu tarz bir iktisadi dönüşüm olmadığı için geleneksel üretimin gereksinim duyduğu yaşam tarzının cebren değiştirilmesi taşralı ahali üzerinde olumsuz bir etkiye yol açmıştı. İşte şehirlerdeki memurların ve zengin zümrelerin daha çok CHP’ye teveccüh etmesinde, buna karşın taşra cenahının önce DP ve daha sonra merkez sağ diye tanımlanan partilere yönelmesinde bu yaşam tarzı ve kültürel doku farklılığı ana amil olmuştur. Bu ise demokrasiden beklenen eşitlikçi ve çoğulcu yönetim anlayışının yerleşmesine mani olmuştur. Adeta Türk milleti yerine, farklı tarihi ve kültürel birikime, farklı değer yargılarına sahip birbirinden ayrı iki toplum oluşmuştu. Bu suni bir ayrım olmakla birlikte, Türk milleti olarak sosyolojik anlamda ortak ülkü ve amaç birliğine sahip bir toplum olmamızı da engellemiştir.

1946 – 2000 arası genelde merkez sağ partilerin egemen olduğu siyasi iktidarlar, geçen yazıda bahsettiğim gibi üç temel iktisadi hedef doğrultusunda politika üretmişlerdir:

i) Hızlı sanayileşme ve hızlı büyüme ile milli ekonominin kuvvetlendirilmesi

ii) Serbest piyasa ekonomisinin kurulması

iii) Taşralı zümreler içinden çıkardıkları kendi güdümünde bir burjuva sınıfı oluşturulması

Bu iktisadi hedeflerin yanında, 1946 – 1990 arasında dünyada hakim olan iki kutuplu dünya ve soğuk savaş atmosferi de, birbiriyle çelişen bu iktisadi hedefleri de tahkim etmiştir. Kapitalist NATO ittifakında yer alan Türkiye’de aşırı bir sol karşıtlığı propagandası bazen Türkçü söylemlerle, bazen de dini argümanlarla taşradaki geniş yığınlara pompalanmıştır. Yine Türkiye’de yanlış tanımlandığı üzere Sol karşıtlığı devletçilik ve planlı ekonomi karşıtlığına, o da, “özelleştirme aşkına” dönüşmüştür. Takiben, her geçen gün daha fazla yabancı sermayeye dayalı bir borçlanma ekonomisi oluşmuştur. Türkiye gibi ülkelerde kalkınma planlı olmaz ve ülkemizde yaşandığı gibi denetimsiz ve dengesiz büyüme politikaları uygulanırsa, bunun üç temel sonucu olur:

a) Hızlı ve kontrolsüz büyüme, ağırlıklı olarak dış sermayeye bağımlı hale gelir ve belli aralıklarla ödemeler bilançosu krizlerine yol açar.

b) Plansız kalkınma çarpık şehirleşmeye, o da bugün çokça tartışılan Türk - Kürt, Alevi – Sünni, Laik – Dinci ayrımları gibi sosyal ve siyasi sorunlara yol açar.

c) Çarpık şehirleşme ve plansız büyüme hem gelir dağılımı eşitsizliğinin, hem bölgeler arası gelişmişlik farklarının, hem de kaynakların verimsiz ve etkinsiz kullanımının ana sebebi olur.

Türkiye bütün bunları yaşamıştır, hala daha da tam bir çözüm sağlanamamıştır.

KÜRESELLEŞME VE TÜRK SİYASETİNDEKİ ETKİLERİ

Küreselleşme iktisadi anlamda, esas olarak, “sermayenin ülkeler arasında sınırsız hareketliliği ve sermaye yoğun sanayi mallarının tam serbest ticareti” anlamına gelir. Dijital teknolojinin gelişmesi ile bunlara “enformasyonun ve finansal fonların” ülkeler arası kontrolsüz akışı da eklenmiştir. Bu sürecin en önemli aktörleri uluslararası finans firmaları ve çok uluslu şirketler iken, sürecin önündeki en büyük engel de, milli devletlerdir. 1990’da Soğuk Savaş bittiğinde, dünyada artık milli devletlere yer olmadığı, bireyciliğin ve marjinal yaşam tarzına sahip gruplara aidiyetin önünün açıldığı, insanların “dünya vatandaşı” olmaya çağrıldığı bir dünya tasavvurunun propagandası yapılmaya başlandı. Artık ne bayrağın, ne milli kültür ve değerlerin, ne vatanın önemi vardı, ne de ailenin. Bir taraftan insanları bir arada tutan değerler tacize uğrarken öbür taraftan bütün dünya Amerika’nın tarihsiz ve kültürsüz yaşam tarzına, Amerikan dolarının hakimiyetine ve CIA ile Pentagon’un sağladığı güvenliği muhtaç hale getirilmek isteniyordu.

İşte 2000’li yılların başında AK Parti böyle bir ortamda iktidara geldi. Ana seçmen kitlesi İslami ve milliyetçi söylemleri ağır basan geleneksel muhafazakâr seçmenlerdi. Bunlar ise, aslında 2001 krizi sonrası çöken Merkez Sağın ana seçmen kitlesiydi. Buna ek olarak, 1990’lı yılların başında hem CHP hem de merkez sağdan koparak Refah Partisi’ne yönelen, ağırlıklı olarak şehirde ikamet edip, taşralı kültürel değerlerini korumak isteyen kitleler de teşkilatı Milli Görüş kökenli olan AK Parti’ye yöneldi.

AK Parti, ilk kurulduğunda, retorik olarak Küreselleşme çağına uygun bir politikalar bileşkesi önerdi. Özelleştirme, yerel yönetimlere özerklik, AB’ye tam üyelik, Kıbrıs ve Kürt sorunlarında çözüm vaadi ve benzeri… Yani İbrahim Kiras’ın deyimiyle “Neo-İslamcılar” benim deyimimle “muhafazakâr sağcılar” Küreselleşmeci ve Batıcı söylemler dile getirmekteydiler. Dışarıdan görünen buydu, ancak AK Parti’li yöneticilerin ve genel seçmen kitlesinin arzusu çok daha farklıydı: Türkiye’nin büyüyerek ve ulus devlet kalıplarından çıkarak yeni bir Osmanlı İmparatorluğu’na evrilmesi… Ne Türkiye tarihi, iktisadi ve kültürel şartlarıyla Batı’lı olabilirdi, ne de mevcut imkan ve kaynakları Osmanlı’yı diriltmesi için kâfi gelirdi. Bu iki görüş de ütopik ve gerçekçi olmayan görüşlerdir.

Batı’yla ilk çekişmeler başladığında, gerçekler daha net ortaya çıktı. Yargıyı kullanarak darbe yapmaya çalıştılar, halkı ayaklandırıp iç savaş çıkarmak istediler, en son da bir sapkın çetesi ile işgal girişimine tevessül ettiler. Ama ne mutlu ki, başarısız oldular. Bunun karşısında, sıklıkla medyadaki bir sürü yarı aydın tarafından dillendirilen uçuk kaçık politikalar yerine, AK Parti Türkiye’nin milli politikalarını uygulamaya başladı, dahası Rusya ve İran başta olmak üzere bölge ülkeleri ile iş birliğine girdi. Bugün hala daha hem ekonomide hem de toplumda sıkıntısını çektiğimiz benzeri sorunlar, Türk Devleti’nin bağımsızlık iradesini kırmaya yöneliktir. Ancak, onlar için üzülerek bildiririm ki, başarılı olamayacaklar…

Gelecek, milli devletlerin ana oyuncu olacağı bir küresel ekonomidedir. Bizim, her şeyden önce, planlı bir kalkınma ve karma ekonomi düzenine geçmemiz gerekir. Ülkedeki gelir dağılımını ve kaynak tahsisini düzeltmemiz ve istikrarlı ve dışa bağımlılığı en aza inmiş güçlü bir milli ekonomiyi oluşturmamız elzemdir. Unutmayalım ki, bağımsızlık olmazsa ne özgürlük olur ne de zenginlik…