Şu sıralar Netflix'te yayınlanan "Self Made" adlı diziyi izliyorum.
CNN’de o haberi görünce kanım dondu.
Fernando Alonso imzalı haberde ABD’de yaşayan siyahilerin bu korona günlerinde yaşayacakları olası ırkçılık sebebiyle maske takmaktan korktuğu anlatılıyordu.
Ohio State Üniversitesi’nden Trevon Logan maske takmayacağını takması halinde beyazlar tarafından farklı muamelelere maruz kalabileceğinin altını çiziyordu.
Aynı şekilde Ohio’da yaşayan Aaron Thomas da benzeri bir durumdan yakınıyordu “Bir dükkana giderken yüzümü mendil veya başka bir şeyle kapatmak istemiyorum çünkü ben siyah bir adamım" diyerek…
Ve ekliyordu:
“Hayatta kalmak istiyorum ama aynı zamanda hayatta kalmak istiyorum."
Şu sıralar Netflix’te yayınlanan “Self Made” adlı diziyi izliyorum.
Çamaşırcılıktan dev bir kozmetik imparatorluğunun patroniçesi olmaya uzanan siyahi bir kadının, Madam CJ Walker’in hayat hikâyesini anlatıyor.
51 yaşında hayatını kaybettiğinde çoktan milyoner olan Walker’in yaşadığı zorluklar ve siyahilerin, özellikle siyahi kadınların ABD toplumunda nasıl yok sayıldığını çıplak bir şekilde gözler önüne seriyor.
Sadece beyazların zulmüne odaklanmıyor dizi siyahi kadınların aynı zamanda erkek egemen zihniyetle olan mücadelesinden de bahsediyor.
Ve bu zihniyetin renk ayrımı yapmadığını çok net görebiliyorsunuz.
Torunu A’lelia Bundles, büyük büyük anneannesinin hikâyesini anlatırken siyahi kadınların Walker’e yazdığı mektuplardan bahsediyor:
“Siyah kadınların bir ay boyunca birisinin mutfağında çalışarak kazandığı paradan daha fazlasını tek bir günde kazanmasını mümkün kıldın.”
Diziyle ilgili çok fazla spoiler vermeyeceğim evde hayatımızı sürdürdüğümüz şu dönemde mutlaka bu dört bölümlük mini diziyi izleyin.
2020 yılında CNN’in bu haberini okurken dizide geçen ve ABD toplumunda 1900’lü yıllarda ırkçılığın boyutlarını buram buram gösteren şu sözler aklıma geldi:
“Siyahi kadınlar ancak ya fahişe, ya yalancı ya da hırsız olabilirler.”
Bugün tüm dünya koronavirüsle mücadele ederken siyahiler ABD’de maske kullanmaktan çekiniyorlar.
Çünkü bugüne kadar yok sayılmalarını, var sayıldıklarında da ikinci sınıf insan muamelesi gördüklerini unutmuş değiller.
Beyazlar tarafından siyahilerin “ancak hırsız olabileceği” o iğrenç, ırkçı düşüncenin gölgesinde yaşam mücadelesi veriyorlar…
Hem virüsle hem de ırkçılığın bu seviyesiyle.
Bunlar “özgürlüklerin ülkesi” ABD’de yaşanıyor ve sadece bununla da kalmıyor.
Demokratların elinde bulundurduğu New York’da Vali Cuomo ile ABD Başkanı Trump arasındaki çekişme son bir aydır ülkenin konusu.
Vali Cuomo, federal hükümetten 30 bin solunum cihazı istemesine rağmen Trump tarafından şehre sadece 400 solunum cihazı gönderildi.
Ölen insanlar hastane kapılarında bekletiliyor, sağlık sisteminin çökmesiyle hasta seçimlerinin başlayacağı konuşuluyor.
Seri ölümler sebebiyle de New York Belediye Başkanı mezarlıklarda yer kalmadığını hayatını kaybedenlerin geçici olarak parklara gömüleceğini açıklıyor.
Böyle bir zamanda Türkiye de yaşadığımız için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.
Tüm dünya maske sıkıntısı çekerken Türkiye de maskeler ücretsiz dağıtılıyor, sağlık sistemi tıkır tıkır işliyor, sağlık çalışanları ekipmanla ilgili herhangi bir sıkıntı yaşamıyor.
En önemlisi sadece “eleştirmek için eleştiren” birkaç kendini bilmez dışında Türkiye virüsü yenmek için birlikte hareket ediyor.
ABD’de yaşanan sıkıntının temeli de bu…
Birlik ve beraberliğin olmaması, siyasi çekişmenin salgın krizini daha da derinleştirmesi.
Korona krizi anketlere nasıl yansıdı?
MetroPOLL araştırma şirketinin gerçekleştirmiş olduğu ankete göre Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görevini yapış tarzını onayların sayısı yüzde 55,8’e yükselmiş.
Aynı araştırmada salgından önce bu oranın yüzde 51 civarlarında olduğu ifade ediliyor.
Türkiye’nin sağlık sisteminin kurumsallaşmış olması, salgınla mücadelede atılan adımlar ve özellikle ekipman konusunda yaşanmayan eksiklikler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarısını ortaya koyuyor.
Türkiye’nin salgınla mücadelede kararlarını hızlı bir şekilde hayata geçirmesinde Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin de payı büyük.
Ayrıca her ne kadar bu salgın dünyanın sorunu olsa da neticede bir kriz…
Ve Türkiye kriz yönetme konusunda birçok Avrupa ülkesinden çok daha tecrübeli.
Roberto Esposito’nun düşündürdükleri…
İtalyan siyaset bilimci Roberto Esposito korona sonrası dönemle ilgili düşüncelerini şu şekilde açıklıyor:
‘Bazıları gibi, salgınla daha iyi baş edebildiği için, otoriter bir modele gideceğimizi düşünmüyorum. Unutmayalım ki, korona virüsü otoriter bir ülkeden geliyor; bunu “Çin-karşıtlığı” ön yargısıyla söylemiş değilim.’
Daha öncesinde Tarihçi Harari’nin “despot rejimlerin doğacağına ve var olan sistemlerin daha da sertleşeceğine” yönelik analizlerine karşı tam ters bir açıklama bu.
Açıkçası post-korona dönemle ilgili konuşmanın erken olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’da yaşanan sağlık sistemlerindeki çöküşlere bakarak güçlü devlet yapılarının olacağı ve ulusların bunu talep edeceği bir zaman dilimini yaşayacağımız kuşkusuz.
Ama ben de açıkçası biraz Esposito’ya yakın düşünüyorum, sosyal devlet kavramının önemi daha fazla anlaşılacak, Avrupa Birliği gibi kendine bile hayrı olmayan ve aslında “kâğıttan kaplan” olduğu bir kez daha ortaya çıkan kurumların ihtiyacı karşılamadığı görülecek.
Çok ciddi yapısal değişimlerin kısa bir vadede olacağını beklemek ise biraz hayal gibi geliyor.
Virüs havada asılı kalır mı?
Araştırma Finlandiya’dan…
Aalto Üniversitesi’nden yaklaşık 30 bilim insanının katılımıyla yapılan araştırmada hapşırma senaryosu canlandırılmış ve araştırma sonucunda 20 mikrometreden daha küçük aerosol parçacıklarının havada yüzdüğü gözlemlenmiş.
Ve bu durumun insanları etkileyebileceği söyleniyor.
Bugüne kadar açık havada virüs damlacıklarının asılı kalmadığı ifade ediliyordu, “açık havada virüs havada asılı kalır mı, kalırsa ne kadar süre kalır” soruları da Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya ve Bilim Kurulu’na benim sorum olsun.
En iyi online konser: Göksel…
Geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Bomontiada’nın Instagram hesabında Göksel’in konserini dinledim.
Coldplay’in online konserinden sonra en beğendiğim konser oldu.
Bence Göksel’in herkes tarafından sevilmesinin arkasında hayatı o kadar ciddiye almaması, hırs yapmak için yaşamın çok kısa olduğu düşüncesi var.
Bu ona doğallık katıyor ve herkes bu doğallıkta kendine ait bir şey buluyor.
Özellikle Müslüm Gürses’in “Mutlu Ol Yeter” parçasını yorumlamasına bayıldım.
E zaten bir dönemin kasıp kavuran parçası “Depresyondayım” tam bugünler için, onu söylememe gerek yok.