Kendimi idrak ettiğim çocukluk yıllarımdan beri okumayı sürdürüyorum.
Kendimi idrak ettiğim çocukluk yıllarımdan beri okumayı sürdürüyorum. Eğitim ve öğretimin kuşkusuz kendi içinde farklılıkları da mevcut. Asırlar boyu çağlarına ve sonraki asırlara hükmetmiş olan bilgelerin hangi şartlar altında bu ilme, irfana sahip olduklarını düşündüğümüzde bugünün insanının her şeye bir mazeretle çıktığını görüyoruz. Oysa mazeretler başarı önündeki en büyük engeldir.
Kendini bilme, tanıma, idrak etme insana en büyük kapıları açıyor. Yaratılış sırrını bilenlerin Allah’ı bilmek olarak tanımlandığı dikkatlerimizden kaçmıyor. Böylesi derin idrak kişinin dünya ile temasını, dünyaya ne kadar değer verip vermemesi gerektiğini de kendi içinde saklıyor. Aslında meselenin bu cephesi insanı yaratılış sırrına götürüyor. Sır dediğimiz şey, aslında ayetlerle, hadislerle bize bildirilmiş öğütler. Bizler özden uzaklaştıkça, merkezden kaçtıkça dünyanın telaşı içinde kaybolup gidiyoruz. Dünya için telaş etmemiş yaratılışın sırrını kavramış olanlar. Bunlar daha çok ilmin sofrasında beslenenlerle yine ilimle zikrin ayrılmaz bir bütünlük içinde olduğunu da hayatlarıyla göstermişlerdir. Sufi yolculukla ilmi yolculuk asıl itibariyle birbirini tamamlayan iki önemli unsur. Bilerek, inanarak, öğrenerek, öğreterek örnek olma kimliği buradan doğuyor.
Bilme arzusu insana soru sorma aynı zamanda araştırmalar yapma arzusunu da peşinen getiriyor. Öğrendikçe yeni alanların varlığını kavrıyor yeni öğrenilen bilgi yeni alanların keşfini de getiriyor. Nahl suresi 43. Ayette ifade edildiği üzere; “Bilmediklerimizi ilim ve irfan ehline (bilgi sahibi olanlara) sorulması” nasihat ediliyor. Bu nedenle insanın neye, nasıl ve neden-niçin inandığı meselesinin çok kıymetli olduğunu ifade edelim. Dini hükümleri çok iyi bilmek kalbin tasdiki yoksa bir anlamı olmuyor. Dilin ikrar ettiğini kalbin de tasdik etme mecburiyeti vardır. Hem iman, hem amel sahibi hem de hükümlere şeksiz ve şüphesiz dil ile ikrar kalp ile tasdik gereklidir. Bilmek aynı oranda inanmayı da getiriyor.
Bilmek, herhangi bir nesnede, olayda, meselede hafızada yerleşmiş olan bir bilgiyle karşılığını vermek anlamına geliyor. Okuduklarınızdan, dinlediklerinizden, araştırdıklarınızdan faydalanma biçimi karşılaşılan meseledeki tavrımız, verdiğimiz karşılık ya da ifade ettiğimizde kabul edilmiş sonuç. Tanımak ise önceden bir arada bulunmuş olmanın kesinliğidir. Bildiğimiz hususları aynı zamanda tanıdığımızı da düşünebiliriz. Bu her zaman doğru olmaz. Bildiğimiz oranda tanımamış olduğumuzu gördüğümüzde hayal kırıklığımız bizleri üzer. Oysa Bilmek farklı tanımak farklı şeylerdir. Bilmek o konu etrafında birçok malumata sahibi olmak anlamı taşıyabilir. Tanımaksa bilginin bize sağladığı mana ile ötesini kavrayabilmektir. Ötenin ötesini sezebilmektir. Gördüklerimizin bizi şaşırtmaması işin mana ve ruh boyutunu kavrayarak ötelere yürüyebilme yetisidir tanımak.
Ali İmran suresi 7. Ayette şöyle ifade ediliyor; “O sana kitabı indirendir. O’nun yani Kur’an’ın bazı ayetleri muhkemdir. Onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah cc. Bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ona inandık hepsi Rabbimizin katındandır derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünür, anlar.”
Bilme eylemi, aynı zamanda bir keşif ameliyesidir. Keşif halinde olan insan düşünce içinde yolculuk yapar. Düşünen, akleden, soran ve sorgulayan insan keşfini sürdürür. Keşif kişinin kendini, var oluş nedenini, dünyada bulunma sırrını araştırarak elde edilir. Keşif, içinde yaşadığımız anla, zamanla, günle, geceyle, dünyayla, gördüklerimiz ve görmediklerimizle de irtibatının kopmaksızın sürdüğünü biliriz. Yaratılmış her varlık yaratanından izler taşır. Her sanat eseri sanatçısına dair izleri içinde barındırır. Ehliyet ve liyakat sahibi üstatların incelemeleriyle sanatkârın ruh boyutu, sosyal, ekonomik ve sanat boyutu ortaya çıkar. Karakteri, kişiliği, kimliği, bir ömür sakladığı sırların keşfi ehli tarafından okunur ve okuyuculara takdim edilir. Bu gözükenden gözükmeyenin keşfidir. Sanatkâr nasıl ki sanatına ruhundan, parmaklarından, aklından ve gönlünden izler bırakmış ise yaratıcı da yarattığı bütün mevcudata imzasını yerleştirmiştir. Mesele onu keşfetmektir. Yaratıcısından izler taşıyan sanatkâr kuşku yok ki büyük sanatkâra doğru yolculuk yaparken kendi acziyetini görürür ve bilir. Bu görme ve bilme keşfinde büyük sanatkâra olan hayranlığı arttıkça sanatkârın hiçliğe bürünmesiyle kulluk dediğimiz gerçek ortaya çıkar. Böylece kul azciyeti içinde eşrefi mahlûktur. Yaratıcı ise her şeyin sahibi olan Allah’tır.
Türlü türlü meyvelerin aynı topraktan rengârenk ve farklı lezzetlerde soframızda bulunması toprağın mahareti değildir. Toprağa o hükmü veren yaratıcının güç ve kudretini izhar eder. Tıpkı Selimiye Camii mimarının Mimar Sinan olduğunu bilmek onu tam manasıyla tanımak anlamına gelmez. Allah’ın varlığını, birliğini bilmek tanıdığımız anlamına gelmez. Allah’ı bilmek için kendimizi bilmeye, tanımaya ihtiyacımız vardır. Hucurat 14. Ayette şöyle uyarılıyoruz; “Bedevîler, biz iman ettik, dediler. Onlara de ki, siz iman etmediniz; ama Müslüman olduk deyiniz. Henüz iman kalplerinize girip yerleşmedi”. Elhasıl “kendini bilen Rabbini bilir” vesselam.