Gidenler gitti, ancak bu gidiş öyle bir gidiş oldu ki geride kalan izler de silindi. Günümüzde kimseye bir şey anlatamıyorsun, hissettiremiyorsun.

Gidenler gitti, ancak bu gidiş öyle bir gidiş oldu ki geride kalan izler de silindi. Günümüzde kimseye bir şey anlatamıyorsun, hissettiremiyorsun. Herkes bir ispat peşinde. Delilsiz bir şeye kimseyi inandıramıyorsun. Sürekli bir iz peşindeyiz. Oysa bizim öğrendiğimiz en büyük iz kalbin titreşimiydi. Kalbin ispatı hissedişi çok şeyi açıklıyordu. Gökteki gezegenleri mi gördüler de âlimler binlerce sene evvel peşlerine düştüler? Yıldızlardan mana çıkartarak ve yüce kitaplardaki sözlerle birleştirerek bir kâinatın varlığının peşine düşmediler mi? Teleskop mu vardı? Mikroskop mu vardı? Nedir bu her şeyi ispat etme hastalığı? Kendi varlığına bir delil mi arıyor insanoğlu? O kadar mı yalnız ve kendinden emin değil bu insanlık da, hep bir delil arama peşinde ömrü tükeniyor. Kalbi sadece bir et parçasına indirgeyen günümüz materyalist dünyasında hissedenlerin nasıl acı çektiğini tahmin edebiliyoruz.

Şüphe imandandır

Şüphenin gerçeği arama, bulma ve araştırma çabasında bir motivasyon kaynağı olduğunu biliyoruz. Ancak bu şüphenin aynı yerde kalması, şüphenin giderilememesi de ilerlemenin önündeki engeldir. Delillere rağmen hala ısrarla inkâr etmek ve şüpheyi devam ettirmek bir ruh hastalığının belirtisi olabilir mi? Ya da farkında olmadan insanlar bilimsel taassubun içine mi düştüler? Şüphe imana götürmeli. Hakikatin varlığına, kâinatın kendisini âlimler delil olarak göstermişler. Tek başına bir gezegenin varlığını tasavvur etmek bile insanın kalbine ürperti verir. Nasıl bir ispatın peşinde insanlık? İnsanlık ispat mı yoksa kendi kalpsizliğine kılıf mı arıyor?

Kalbini dinle

İnsan kalbini dinlemeli. Kalbine güvenmeli. Orayı da inkâr ederse insan bu âlemde şüpheden delirir. Çocuklarımıza daha baştan duygularına önem vererek kalbin ne kadar değerli bir cevap verme mekanizması olduğunu öğretmeliyiz. Kaskatı insanlar yetiştirmeyelim. Kalbini dinleyen, sevgiyi ve anlamayı ihmal etmeden hisseden insanlar yetiştirelim vesselam.

ESKİ BİR RAMAZAN DAVULCUSU

Yıllar evvelinden bir ramazan davulcusu elinde tokmağı ile belli ki sabahı uyandırmış, geliyor. Fotoğraf çekmek bir zamanlar sihirli bir zaman avcısı. Davulcu da, kıyafetinden memur olduğu anlaşılan diğer kişi de objektiflere bakmışlar ister istemez. Bizzat zamanın tanığı olarak, yıllar sonrasına bilmeden bir anı bırakmışlar. Kim bilir kimdi? Nereden geçiyordu? Tıpkı bütün insanlık gibi. Sahi biz kimiz? Nerden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Ey Ramazan davulcusu bir güm be de güm güm sesi verebilir misin? Uzaklardan sesin nasıl gelir bize? Bize bir nasihat verir misin? Bu dünya ne kadarlık bir süre?

GÖKÇE GÜNEYGÜL

RAMAZAN MUSIKÎSÎ VE HAFIZ KÂNİ KARACA

Mübârek Ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerin akşamında karanlık çöküverince, şehrin manevî iklime bürünen bambaşka bir çehresinde yüzyıllar arasında zaman yolculuğuna çıkmış yolcular gibi minarelerde ışıldayan mahyaların gölgelerine adım atmaya başlarız. Ve bu gelenekselden geleceğe, yani bugüne vardığımız zaman yolculuğunda teravih zamanı saatleri gelip çattığında, bilhassa Selatin Camileri’nden yükselen ısfahan, rast, uşşak, saba, eviç, acemaşirân makamlarında okunan Ramazan ilahîleri eşliğinde, var olana teslim hâli içinde sanki omzumuza konan iki melekle içsel bir sohbete koyuluruz. Zaman yolculuğunda Direklerarası’nda Pazarola Hasan Bey’in herkese “Pazarola” diye bağırmasından doğan neşeyle, Ramazan davulcularının davullarına” Güm güm” diye vurmasıyla, bir diğer köşede toplanmış ahaliye nükteyle karışık kıssadan hisseler anlatan meddahlarıyla, âşık atışmalarına dalmış saz şairleriyle, hayal oyununda karanlıkla aydınlığın kavuştuğu Hayalî’nin elinde tefiyle o devrin hayalbâz perdeleri birdenbire açılıverir.

Hayalbâz’ın hakikati…

Karagöz ve Hacivat’ın atışmalarına sahne olan, Karagöz’ün Hacivat’a “Hacı Cavcav” diye seslendiği, Hacivat’ın “Perde Gazeli” okuyarak, hayal oyununa hayal şarkısının ardından “Hayy Hakk” diye girizgâh yaptığı ânlar, bizi zamanda çocukluğumuzun tatlı gülümsemelerine götürüverir. Oysa o gün gülümsediğimiz hayal oyununda bile tasavvufî bir mana ve derinlik gizlendiğinden bîhaberizdir. Hacivat’ın dile geldiği bir perde gazelinde Hacivat, Hacı Cavcav Karagöz’e şöyle seslenir:

“Nakş-i sun’un remz eder hüsnünde rü’yet perdesi,

Hâce-i hükm-i ezeldendir hakikat perdesi”

(Görünen perdedeki güzellikler Yaradan’ın yarattığı şekillerin sembolüdür.
Hakikat perdesi Yaradan’ın ezelî hükmünden başka bir şey değildir.)

Hakikat perdesi… Derviş yolunda hakikatı murad eder, her çilenin ve ikramın Yaradan’dan geldiğini bilerek yola çıkarsa eğer karşısında dört kapı açılır. Dünya denilen dünya içi dünyada, bu sonsuz rüyada hayal perdesiyle gölgeler, ışıklarla karanlıklar dans etmeye başlar. En son mertebe olan hakikat makamında insan-ı kâmil, aşk ocağında yanar, pişer ve artık nefsin pençesinden sıyrılır. İnsan, insanlık makamındaki en olgun hâline erişiverir.

Bu yüzyıllar arası zaman yolculuğunda, 21. yüzyılın Ramazan ayına geldiğimizde önümüze açılan kapılardan ve merhalelerden geçerek bir lokma bir hırka ile nasibimize, bize bahşedilmişlere hürmet edip, var olana kanaatle, yok olana sabretmenin ve paylaşmanın, yardımlaşmanın, dayanışmanın özetle bazen hayat telaşı içinde unutulan hasletlerle yeniden donanmanın, sadece lokmayla yeme içme orucuna tabi olmanın değil, göz, gönül ve dil orucu ile kendimizi terbiye etmenin, bu dünyanın bugün var yarın yok olan aldatıcı debdebesine yüz çevirmenin eşiğine varırız.

Hafız Kâni Karaca…

O ân, işte o ân hayal perdesinin hakikatindeki anlamlara gülümsediğimiz çocukluk devrinden, sanki uhrevî âlemden cana üflenmiş derin bir ses televizyonlarda ve radyolarda yankılandığında içimizi titrettiği bir âna gittiğimizde ruhumuza bir Allah korkusu ve saygısı, sevgisi doğuran kudretli bir nefesin sesini üfler durur. Bu gecede güneş misali doğan sadânın sahibi, mûsıkî makamlarının ve perdelerinin muhterem gezgini, gönül gözüyle gören ve bize sadece gönülle görülebilecek, sezilebilecek olanları işittiren, fısıldayan Hafız Kâni Karaca’dan başkası değildir.

Karanlıkta bir sadâ…

Adana’nın Adalı köyünde dünyaya gelen, çileli çocukluk döneminde gözlerinin ışığını kaybederken, 6 - 7 yaşında ilk Kur’an Hocası Saatçi Ali Efendi ile birlikte hıfz ederek ruhuna doğan ışığın pusulasınca yol alan genç hafız… Bu zaman yolculuğunda Kur’an tilâvetinde üst mertebede olan hocası Üsküdarlı Ali Efendi’den devraldığı “Üsküdar Tavrı” ve Arap Radyo’larını dinleyerek edindiği muhteşem “Arap Tavrı” ile, harmanlanan ses dünyası mûsıkî ustası hocalardan aldığı klasik üsluptaki mûsıkî dersleriyle daha da demlenen Hafız Kâni Karaca’nın ses iklimine doğru adım atmak isterseniz İstanbul’da Fatih’in taş kaldırımlarından Fatih Sanat Galerisi’ne doğru yol alabilir ve nisan ayı sonuna kadar başka bir fikir deryasına dalabilirsiniz. Sanat Yönetmenliğini Mehmet Güntekin’in üstlendiği “Karanlıkta bir sadâ: Kâni Karaca” sergisine başka bir dünya gözüyle bakabilir, belki onun bütün canları kendi canı gibi kucaklayan, sanki gözleriyle sizin her zerrenizi görürcesine bakan, gönlünden yüzüne akseden kocaman gülümsemesiyle size “Caanım” deyişini bile duyabilirsiniz.

RAMAZAN GELDİ HOŞ GELDİ

NURGÜL AKTAŞ

İLK CAMİİ İLK NAMAZ

Ramazan ayı Müslümanlar için kutsal kılınan bir aydır. Ramazan ayı geldiğinde nasıl ki cami minareleri mahyalarla süsleniyorsa işte teravih namazı da orucumuzu böyle süsler. Teravih namazı Hz. Peygamber’in hadislerinde “kıyâmu şehri ramazan” (ramazan ayının namazı)” veya “ihyâu leyâlî ramazan” (ramazan gecelerinin ihyası) şeklinde yer almaktadır.

Ramazan-ı şerif ayında teravih namazı kılmanın ne kadar mühim olduğunu hadislerde bize gösteriyor. Teravih namazının her gecesinin bize verdiği anlam bambaşkadır, her gecesi farklı şekilde maneviyatımızı doyurur.

Teravih namazı Arapçada “rahatlamak”, “dinlendirmek” anlamına gelir. Böylesi güzel bir namazı camiide imamla birlikte kılmak ayrı keyiflidir. Sevgili Ümit hocam sayesinde keşfettiğim Rumi Mehmet Paşa camiine yolumu düşürdüm, iyi ki de yolumu düşürmüşüm. Camiinin içerisine adımımı atar atmaz huzuru kapladı içimi. Güzel manzarası da yanına hediyesi oldu. Bilmeyenleriniz, uğramayanlarınız varsa mutlaka gitmenizi ve görmenizi tavsiye ederim. Rumi Mehmet Paşa Camii Üsküdar’da yer alır. Osmanlı döneminde yapılmış bir camidir. Manzarası en güzel hediyesi oldu derken samimiydim. Bu cami İstanbul Boğazı’nı gören bir tepe üzerine inşa edilmiştir. Camii Rum Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış ve adını da paşadan almıştır. Camiinin hemen arkasında yer alan türbeyi ziyaret etmeden oradan ayrılmak olmazdı. Bir Hadîs-i Şerif “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ahiretinizi andırır (hatırlatır). Ahiret tarafına düşünceniz artar. Varacağınız yeri görünce kalbiniz yumuşar,” demektedir. Dinimiz açısından kutsal olarak kabul edilen türbeler dua edip manevi olarak rahatlamamızı sağlar. Rumi Mehmet Paşa’nın naaşının bulunduğu bu türbeyi duâsız bırakmayalım.

İlklerin değeri bambaşkadır, Henüz bir teravih namazı kılmadıysanız bu camiide kılmanızı tavsiye ederim. Rumi Mehmet Paşa Camii Anadolu yakasına yaptırılan ilk camii olma özelliğini taşır. İlk camii ilk namaz güzel bir hatıra olur sizler için.

BİRSEL ALVER YAZICI

HATIRLA BENİ

RAMAZAN ŞERBETİ

Selam sevgili okur sana, dükkanının bir köşesinde yuva yapan kuşlar için yüreği çırpan kasap işletmecisinin (Cüneyt), çocukları için koşuşturan bakkal annenin (Şerife Teyze), kalp ameliyatı olup da yastığıyla işinin başına dönmüş amcanın (Mehmet), yani merhametin, sorumluluğun ve ekmeğin, nazımın geçmediği insanların ve köşesinde umuda yaşayanların arasından, gözlerimin elasına bir ırmağın yosunlaşmış taşlarını sürerek geldim… Bu geliş beni doksanlı yılların çocukluğuna götürdü.

O yıllarda Anadolu’nun bir köyünde yerleşik hayata geçmemize babaannemin ağır hastalığı ve ölüm döşeğinde olması sebep olmuştu. Her yaz tatil için gittiğimiz köye arkamızdan göçümüz gelmişti. Babaannemi çok sevmem, onun bana düşkünlüğü benim için köyü cennete çevirmeye yetmişti. Bazen anlaşamazdık onunla, ben çakan şimşeği Allah’ın fotoğraf makinesinin flaşı zannedip, kavak ağacının ıslanmış vücuduna sarılarak gökyüzüne doğru poz verirken beni yakalar, kara lastiğini nasıl çıkarıp attığını bilemeden tepeme isabet ettirirdi. “Get şurdan çarpılcan” diye. O yüzden çarpılmak kelimesiyle aram hiç iyi değil J

Haylaz arkadaşlarım vardı benim, hele bir tanesi aman yarabbi… Ramazan akşamları ailesiyle iftarını edip bizim kapıya dayanırdı. Amacı beni yüreklendirip teravih namazına camiye götürmekti. Ne yapsa ikna olmaz, evdekilerden çekinirdim ama o camide dağıtılacak ikramlardan bahseder beni her seferinde ikna ederdi. Bunu nereden öğrendiğini bilemezdim ama her zaman ne dağıtılacağını iyi bilirdi. Abdestimi aldığım zaman, eşikte durup erik ağaçlarına vuran rüzgarın yüzümü kurutması için beklerdim. Babaannem “Ne bekliyonuz gitsenize” derdi, arkadaşım yüzümü kuruttuğumu söyleyince güler “Vıy Allah’ın delisi” derdi. O yüzden delilik kelimesiyle de aram iyi değilJ

O gün camide kristal bardaklarla Ramazan şerbeti dağıtılacakmış, şerbette değildim de kristal bardaklar heyecanlandırıyordu beni. Camiye giden o kavaklı selhanayı telaşeli insanlarla, kuş sesleriyle beraber koştura koştura giderdik. Camin içi huzur kokardı. Ahşap merdivenleri, elimle seve seve çıkardım. Gözlerime inanamazdım her gittiğimde. Bizim köyün camisi podyuma dönmüş olurdu. Akşama kadar eski kıyafetlerle ahırda süt sağan, üstüne başına saman çöpü yapışan kadınlar en güzel kıyafetlerini giyinip, kokularını sürünüp, ziynetlerini şıngırdata şıngırdata aramızdan geçer saf tutardı. Kadife seccadeler, inci tesbihler, iğne oyalı yazmalar, büyülenirdim, kendimi Alice’in harikalar diyarında gibi hissederdim. Nasıl olsa az sonra kristal bardaklardan da ölümsüzlük şerbetini içecektimJ

Her gelen “Az öte gidin” diye, diye bizi en dibe atardı.

O gün, camide kalan tek kişilik yerimi saten seccadeli yaşlı bir kadına kaptırdım. “Ananın yanına git” dedi. ”Annem yok teyze dedim “Aha bu anasız, babasız çocukların teravide ne işi var” diye vurdu sırtıma. Bir çocuktan beklenmeyecek kadar onurlu bir zariflikle ”Benim anamda var, babamda” diye ağlayarak çıktım camiden. Sırtımda bir şamar yangını…

Saflarda annelerimiz olmadığı için yerimiz yoktu bizim. Bozulmuştum hasta babaanneme bakan annemin gelemediğini düşünüp içimde bir şeyi sızlatmıştım. Ne ramazan şerbeti umurumda olmuştu, ne arkadaşım. Arkadaşımın koşup yetişmişti bana, ağzımızda bakamadığımız şerbetin tadı eve geri dönmüştük... O yüzden şerbetle de aram iyi değilJ

Sen yine de sahipsiz kalmamış biri gibi hatırla beni sevgili okur. Bir ırmağı gözlerinden yüzüne yol etmiş, bu yolu da kendine ezber etmiş biri gibi hatırla, kendi yarımını tamam etmemiş ya da nasıl edeceğini bilememiş biri gibi hatırla beni. İçimde kristal kırığı, bir şerbetin lâl renkli acısı olsun…

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

..................................................................

MUKAVEMET GÖSTER

Teravih vakti yaklaşmakta, Karagöz nargile çekmektedir. Hacivat’ın tütünle, cigarayla ve nargileyle arası yoktur. Hatta adeta onlara karşı düşman kesilmektedir. Hacivat Karagöz’e bakarak uzaktan bağırır.

- Karagöz’üm vakit yaklaştı hala oyalanıyorsun. Hoca bizi çarpacak bilesin! Karagöz hemen karşılık verir.

- Üzerimde bir ağırlık var Hacivat’ım. Biraz keyif çatayım dedim!.

Hacivat zaten nargileye karşıdır. Gevşekliği de sevmez. Karagöze bir iki laf eder.

- Karagöz’üm hoca camide namaz öncesi vaaz veriyor duymuyor musun? Ayıp değil mi bacak bacak üstüne atmışın bir de! Üzerindeki ağırlık şeytandır. Seni kandırmaktadır. Biraz mukavemet göster de haydi kalk camiye gidelim.

Karagöz gevezeliğini devam ettirir. Her zamanki gibi;

- Yok mangal maşalarım, yok mafsallarım. Yok arka bahçelerim, yok sırtlarım. Os patellalarım. Os tibua, os fibulalarım!.. Şeytan bana vız gelir. Onu döverim de söverim de, lanetlerim de!.. Hacivat Karagöz’ün dalga geçmesine izin vermez.

- Şeytana teslim olursan benimle işin olmaz derim. Ya şimdi kalkar benimle camiye gelirsin. Ya da ben sana olan selamımı keserim. Der ve Karagöz’e ayarı çeker. Hacivat’ın hiç şakası yoktur. Oruç tutan kişi cigara da içmez, nargile de çekmez. Küfür ve hakaret etmez. Sinirlenmez ve kalp incitmez. Hacivat bu laftan sonra susar ve bekler. Karagöz anlayacağı kadar anlamıştır. Hooooop Bismillah der demez kalkar hasır sandalyeden. Üstündeki bilemediği ağırlık ta gitmiştir. Karagöz;

- Hacıcavcavım yerden göğe kadar haklısın. Hak yolundasın. İyi ki varsın, beni uyarmaktasın. Hacivat suskundur ve Karagöz’ün yanına gelmesini bekler. Doğru olan bir müminin sadece oruç tutması değildir. Oruçlu olduğunun şuuruna varmasıdır insanın. Hacivat;

- Karagöz’üm hiç şakam yoktur benim. İman ve amel bahislerinde yoktur benim tavizim. Hoşgörüm ve toleransım. Derken bir tiz ses duyulur makamlı. Ezan okuyan Köse Hafızdır. Burası Fatih camisi; her taraf dolup taşmıştır. Hacivat sohbeti şu iki mısraıyla bağlar;

“ İçme cigara, çekme nargile... Oruç tut, sıhhat bul, gerisi nafile.”