Sabah karşımda geçen yüzyıldan kalma bir manzara ile uyandım. Ellerinde Almanca olarak farklı mesleklerin adı yazılmış çocuklar siyah beyaz bir resmi süslüyor.
Resme biraz daha yakından bakınca içlerinde feslilerin de olduğunu gördüm. Mesajı gönderen Muhterem Dilbirliği abiye sordum burası neresi diye. 1917 yılının Berlin’i imiş. Çocuklar savaş zamanında meslek öğrenmeleri için gönderilen Darül Eytam yani Yetimler Evi’nin çocukları… İçim cız etti. Yetim, savaş ve gurbet… Farklı katmanların içinde birbirinin içine geçmiş acılar. Gönderenlerin varlığını unuttuğu çocuklar.
Gün içinde başka bir haber dikkatimi çekti. Filipinlerin devlet başkanı ülkesinin adının değişebileceğini söylemiş. Sebepse Filipinlerin adının Kral Filip’ten gelmesiymiş. Adanın Avrupalılarca keşfedilmesinin ardından bu isim verilmiş. Kendi adını unutmuş bir ülke. Geçen hafta bir ansiklopediyi karıştırırken büyük taş evler anlamına gelen Zimbabve’nin eski isminin Rodezya olduğunu öğrendim. Başkenti Harare’nin eski ismi de Salisbury. Kolonyal miras kolay kolay silinmiyor. Bazen yüzyıllar geçiyor zihinlerin temizlenmesi için.
Başka bir mevzuya geçelim. Tanımaktan kendimi şanslı hissettiğim kişilerden biri Yusuf Ziya Gökçek. Afrika ve sinema kesişimi ilgi alanına giriyor ve güzel detayları aktarıyor. Kendisi Fildişi Sahili diye bir ülkenin Koffi Kwahule ismindeki yazarının tiyatro oyununu aktarıyor. Ağaçların Kokusu ismindeki oyun uzun bir aradan sona evine dönen aydının doğruculuğunu ve içerideki yoz kişiliklerin çatışmasını anlatıyormuş. Gökçek bunu, Mısırlı yazar Umm Haşim’in Lamba’sına benzetiyor.
İki oyunu da bilmiyorum ama hikaye çok tanıdık geldi.
Biraz deşeyim dedim. Başka kaynaklara baktım tiyatro oyununun konusunu öğrenmek için. Evet, haksız değilmişim. Şehrin açlıktan ve kıtlıktan kurtulması için kocaman bir yol yapılması gerekmektedir. Buna karşı olanlar ve taraftar olanlar ikiye ayrılır. Tesadüfün böylesi. Yani? Kolonyal miras artık sadece ipleri oynatarak ülkeyi yönetmeye devam edebilmektedir. Üstelik kendisi uğraşmak yerine içinden bazı kişileri bu işe tayin eder.
Almanya, Filipinler, Fildişi Sahili ve Mısır derken dönüp dolaşıp Türkiye’ye geliyoruz. Ülkemizin ismi değil belki ama geçmişimiz, geleneğimiz koparılıp atılmış. Muhterem abiye soruyorum Berlin’e giden yetimlerin akıbetini. Yurda döndüklerine dair herhangi bir bilgiye sahip değil. Hatta onların kim olduğuna dair de bir bilgi yok. En azından biz bilgi sahibi değiliz. Bildiğimiz tek şey, kendimizden kopup başka yerlerde adımızı unuttuğumuz.
Geri dönme imkanı olanlar kim olduklarını unutuyorlar. Ne gelebiliyorlar ne de dönebiliyorlar. İki arada bir derede parçalanmış zihinlerle bambaşka hesapların küçük aktörleri olarak hayatlarını sürdürüyorlar.
Kolonyal erozyon en değerli topraklarımızı nesillerimizi bizden çaldı. Sürüklenen alüvyonlu topraklar deltalarını zenginleştirdi. Geride kalan ise kurak topraklar, kırık umutlar ve yeşermesini beklediğimiz umutlar.
Tüm hikayelerin birbirine benzediği bir tiyatrodan başka ne olabilir ki yaşadığımız. Kendi ismimizi unuttuğumuz ve sonunda birbirimizin boğazına sarıldığımız hazin bir hikaye. Bazen ülkemizin, bazen kendimizin adını unuttuğumuz.