Bugünkü insan toplumunun başlangıcı Neolitik çağ olarak kabul edilir ki, bu çağda tarım icat edilmiştir.
Pazartesi günkü yazımda insanlığın sosyal evriminin ve medeniyet geliştirme sürecinin özel mülkiyet, bireycilik ve rekabete dayanmadığından bahsetmiş ve topu bugüne atmıştım. Bugün size insanı insan yapan değerlerin bu sayılan özelliklerin tersi olduğundan bahsedeceğim. Bu ise bize batı uygarlığının ve kapitalizmin yıkılan enkazı altından nasıl kalkacağımıza dair bir ipucu verecektir. Öyleyse başlayalım.
İNSANLIĞIN KISA TARİHİ
12 bin yıl öncesine kadar, antropologların ortak kanaati, insanların hepsinin avcı toplayıcılar olarak yaşadığıdır. Avcı toplayıcılar küçük göçebe gruplar halinde yaşar ve doğadan topladıkları ve avladıklarını tüketirlerdi. (Gerçi bu klasik yaklaşımı değiştirebilecek bulgular Göbekli Tepe’de elde edilmiştir. Belki de Göbekli Tepe’den elde edilecek bilgiler insanların yerleşik hayata 12 bin yıldan öncesinde geçtiklerini kanıtlayacaktır, DMD.)
Bugünkü insan toplumunun başlangıcı Neolitik çağ olarak kabul edilir ki, bu çağda tarım icat edilmiştir. Bundan 10 bin sene önce Bereketli Hilâl’de insanların bitki ve hayvanları ehlileştirmesiyle başlayan medeniyetin hikâyesi binlerce yıl içinde eski dünyaya yayılmış, bundan 6 bin yıl öncesinde de Orta Amerika’da ilk tarım toplumları ortaya çıkmıştır. Tarım ve hayvancılık besin üretiminde artışa ve insanların sürekli yerleşim yerlerinde yaşamalarına – önce köyler sonra küçük kasabalar- sebep olmuştur. Bu süreçte insanlar metal araçlar yapmaya ve kullanmaya başlamıştır.
Tarımın icadı ve yerleşik hayat bundan 5 bin yıl kadar önce ilk olarak Mezopotamya’da erken medeniyetlerin ortaya çıkışını başlatmıştır. Erken medeniyetlerin ortak özelliği şehir hayatının gelişimi, karmaşık toplumsal yapı, toplumsal katmanların oluşması ve yazının icadı gibi bazı temel olgulardır. Buhar makinasının icadına kadar geçen 4 bin 800 yıl içinde insan toplumları temelde tarım toplumları olarak kalmış, bütün toplumsal örgütlenmeleri, sosyal ve iktisadi yapıları tarım ekonomisinin çizdiği sınırlar dâhilinde gelişmiştir.
Sanayi Devrimine kadar olan kısa insanlık tarihi bize şunu göstermektedir: İnsan her şeyden önce sürüler halinde yaşayan bir canlıdır. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan ana unsurlar iletişim gücü (konuşma ve yazı) ve soyut fikirler etrafında örgütlenme kabiliyetidir. Tek başına doğada çok da önemli bir güce sahip olmayan insanlar on binler – yüz binler halinde örgütlenebildikleri ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktarabildikleri için medeniyet oluşturmuşlardır. Yani medeniyetin oluşması için öncelikli olan insanların ortaklaşa hareketi ve dayanışmasıdır.
Tarihin bir cilvesi, coğrafyanın önceden tahmin edilemeyecek bir hediyesi ve o güne kadar ezilmişlik ve sefaletlerinin bir neticesi olarak 400 sene öncesinde Batı Avrupa’da bugünkü uygarlığın temelleri atıldı. Bundan 200 sene önce Sanayi Devrimi ile yeni bir süreç başladı: Kapitalizm… İnsanlık tarihinde ilk defa üretim sürecinde kullanılan ana girdi doğal bir girdi olmaktan çıkıp insan eliyle yapılan bir girdi haline geldi: Sermaye, yani üretimde kullanılan makineler. Bu ise insanların son iki yüz yılda dünyayı hızla dönüştürmesine ve kendi elleriyle yapay bir eko-sistem inşa etmelerine yol açtı. Bunun en son hali bilgisayar ağları üzerinde kurulan sanal – hayali dünya ve robot üretiminin başlangıcı Endüstri 4.0’dır.
12 bin yıl nere, son 200 yıl nere? Son iki yüz yılda, yani kapitalizmin bir tümör gibi bütün dünyayı sardığı dönemde, insanı insan yapan, medeniyetler kurmasına vesile olan ortaklaşa hareket etmek ve dayanışma ilkelerinin yerini bireysel hareket etmek ve rekabet aldı. İlerlemenin ve gelişmenin insanın bireysel hırsları yolu ile gerçekleşeceği düşüncesi egemen oldu. Sağlıklı ve güçlü bir toplum için zayıfların, başarısızların tasfiyesi (yani rekabet) bir erdem olarak sunuldu. İnsanı insan yapan erdemler çöpe atıldı. İnsan doğayla, Tanrıyla ve kendi kendisiyle kavgalı hale geldi. Bireycilik, rekabet ve kazanma hırsı ve buna dayalı amorf uygarlık insanlık tarihinde bir parantezdir. Bugün parantezin sonuna gelmiş bulunuyoruz.
İNSANI İNSAN YAPAN ÜÇ TEMEL HASLET: ORTALAŞACILIK, DAYANIŞMA VE TEVAZU
Yukarıdaki kısa insanlık tarihinde medeniyetin oluşumunda insanların temel davranış kalıbının Anadolu tabiriyle “imece” olduğundan bahsettim. Yani insanlar “birlikten kuvvet doğar” mottosuyla ortaklaşa hareket etmişlerdir. Üretim araçlarında özel mülkiyetin tarihi bile çok yenidir. Batı uygarlığında bile temel dürtü bireycilik değil ortaklaşa hareket, rekabet değil dayanışmadır. Bireyciliğin öne çıkması ve toplumu ilerleten güç olarak rekabetin kabulü sermaye düzeninin kurulmasından itibaren başlatılabilir. Bu da 200 yıllık, taş çatlasa 300 yıllık bir tarihe karşılık gelir. Evet, bu düzen insanlığa mutlak olarak geçmişe göre daha yüksek refah sağlamıştır. Bireycilik insanların özgürleşmesini ve rekabet sistemin daha verimli olmasını sağlamıştır. Bu düzenin savunucuları tam rekabet altında bireycilik merkezli bir toplumda bireysel hırsların toplumsal gelişime yol açtığı iddiasına öne sürmüşlerdir. Ancak özellikle son yüz yıl kapitalizmin rekabeti de öldürdüğünü gözler önüne sermiştir. Bugün insanlığın yeniden ortaklaşa çalışma ve mülkiyet ile dayanışma ruhuna yeniden dönmesi gerekmektedir. Bunun için bin sene öncesinin ilkel yaşamına dönmeye gerek yoktur. Milli devletlerin yeniden –ama sözde değil özde- sosyal devlet vasfını kazanması gerekir. Modern şehir toplumunda ortaklaşa çalışma, kazanç ve sorumluluk, bireyler ve toplumlar arasında dayanışma, ancak ve ancak sosyal devlet vasfını haiz devletler eli ile gerçekleşebilir. Artık rekabetten ziyade dayanışma ve fırsat eşitliği, bencillikten ziyade diğerkâmlık ve kibirden ziyade tevazu zamanıdır.
İNSAN TANRIYLA, DOĞAYLA VE KENDİSİYLE BARIŞMALI
Pekiyi, insanlığın kendi aslî ve soylu erdemlerini yeniden dönmesi için ne yapması gerekir? Öncelikli olarak insanın Yaratıcıyla yeniden barışması gerekir. “Dünyayı fethettim, evreni de fethedeceğim, elimdeki teknolojiyle artık ben Tanrıyım!” diyen kibri bırakıp yeniden Tanrısal Kudret karşısında aczini kabul etmelidir. İkincisi insan doğayla barışmalı, doğaya hükmetmeyi değil doğayla iç içe ve birlikte yaşamanın yollarını aramalıdır. Biz ne kadar kendi eko-sistemimizi yaratmak istesek de, özünde doğanın bir parçasıyız. Doğayı yok edersek kendimizin de sonunu hazırlarız. Üçüncüsü ise insanın kendisiyle barışmasıdır. Bugün ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıkan savaşlar, çatışmalar ve nefretle değil ama barışçıl bir sistemle bir arada yaşamanın yollarını aramalıyız. Bunlar için hepimizin kibrimizden arınması ve yeniden tevazuun önemini idrak etmemiz gerekir.