Düşmanın gürültü yapanından çok, sessiz olanının daha tehlikeli olması gibi, tedbir de aynı şekilde sessiz ve hiçbir şey yokmuş gibi alındığında etkili olmaktadır.
Eskilerin tâbiriyle “efkâr-ı umûmî”, modern ifâdeyle “kamuoyu”, tam anlamıyla muğlak. Zamâna belirsizlik hâkim. Bir taraftan bakınca cennet, diğer bir taraftan bakınca cehennem. Nasrettin Hoca olsaydı, “her şey iyi ya da her şey kötü olsaydı dünyânın dengesi bozulurdu” derdi. Ama bu muğlaklık ve belirsizlik içinde işini yürütenlerden var.
İçeriye bakıyoruz. Borsa İstanbul son yirmi iki ayın rekorunu kırıyor. Dünya Bankası, dünya ekonomik büyüme tahmin oranını indirirken, Türkiye’nin ekonomik büyüme tahmin oranını yükseltiyor. Türkiye’nin Avrupa’da elini güçlendirecek TürkAkım projesi hayâta geçiyor. Yerli otomobil, sanki kırk yıllık bir konuymuş gibi hemen benimsendi ve normalleşti. Fâizler ve enflasyon düşüyor; konut ve araç alımları artıyor. Kitap okuma oranımız yükseliyor. PİSA sıralamasında dikkate değer gelişme gösteren tek ülke Türkiye.
Ama bir taraftan da Kanal İstanbul ile yatıyoruz, Kanal İstanbul ile kalkıyoruz. “Yapılacak” ile “yaptırmam” kutupları çoktan oluştu. Ortada bir Montrö Antlaşması lafı dolaşıyor ama antlaşmanın metnini okuyup da konuşan yok. “Yaptırmam” halayının başını çeken Ekrem İmamoğlu, kendi istediği sonuç çıkmazsa halk oylamasını bile kabul etmeyeceğini söyleyip ne kadar demokrasi düşkünü(!) olduğunu ifşa etti. Bu arada Nagehan Alçı, Türk televizyonlarında “bi tânesi” diye hitap edilen ilk kadın oldu. Nedense bu cinsiyetçi hitâbet, kadın kuruluşlarından hiç tepki almadı.
İşsizlik can sıkıcı seviyelerde. Gençler, bâriz bir boşvermişlik ve disiplinsizlik içinde. Sokaklar, “mutlu” olmak için şarjı yüzde 100 dolu cep telefonu ve kablosuz kulaklığa râzı olan insanlarla dolu. Nasıl bir ekonomik krizdeysek alışveriş merkezleri, cafeler, restorantlar dolup taşıyor.
İçerisi için “zâten her şey düzgün giderse sıkıntı olur” deyip çıkış yolu bulabiliriz. Ama dışarıda işler o kadar basit değil.
İran ile ABD, aynı renkli taşları kullanıp satranç oynuyor. Resmî olarak İslâm ülkesi olarak bilinen ülkeler arasında, yahudi azınlığa özel statü veren tek İslâm ülkesi olan İran, sesi fazla çıkan ve halk kahramanı olma yolunda emin adımlarla ilerleyip “yaşayan şehit” diye anılan Kasım Süleymani’den “ölü kahraman” olarak kurtuldu. Cesedinden bile nemalanıp şehir şehir dolaştırıp defnettiler.
Trump da hem azil sürecini, hem de 2020’deki seçimleri garanti altına almış oldu. İran, misilleme diye düzenlediği füze saldırısını “atıyoruz çekil” yapınca biraz komik kaçtı. Bu kargaşada olan Ukrayna’nın uçağına ve masum sivil yolculara oldu.
Doğu Akdeniz deseniz, petrol ve doğal gaz bulmak için yapılan sondajdan daha derin bir sorun yaşıyor. Âdeta dünyânın merkezi yeniden Akdeniz oldu. Libya’ya giden Türk askeri, muhalefete rağmen, bölgeye istikrârı getirmek için mevzi alıyor. CHP hâlâ Birleşmiş Milletler barış gücünden medet umarken, CHP eski genel başkan Deniz Baykal bile, hasta hâline rağmen dayanamayıp Libya konusunda hükûmete destek verdi.
Türk kamuoyu belki de Mustafa Kemal’in de bu topraklara savaşmak için gittiğini ilk defa medyada duyuyor. Ne de olsa bizim resmî târihimiz oraları “Trablus” diye öğretir. Biz “ABD’nin ne işi var” derken, “ordusu yok” dediğimiz Japonya bile bölgeye donanma gönderme kararı alıyor. Avustralya’daki yangın içimizi yakarken, Avustralya hükûmetinin develerin çok su tüketip iklimi olumsuz etkiledikleri bahanesiyle katledilme kararı soğuk duş etkisi yaptı.
Peki sessizler?!
Tüm bunlar ve daha fazlası olurken, içeride ve dışarıda sesi çıkmayan, ses çıkarmamayı tercih eden ya da işini sessiz sedâsız yürüten bir kitle var.
ABD ve İran gırtlak gırtlağa girmişken, İsrail’den hiç ses çıkmıyor. Eski sömürgesi Avustralya yanarken İngiltere, ünlülerin topladığı bağışlar hâricinde kılını kıpırdatmayıp, bu kargaşada Avam Kamarası’nda Brexit’i kanunlaştırdı. Ama dünya ticâret yollarını ve Akdeniz boğazlarını kontrol etmeyi, genel küresel siyâsetinin bir parçası olarak sürdüren İngiltere, Doğu Akdeniz’de olanlarla ilgili bir tepki vermiyor. Ya da verdiği tepki medyaya yansımıyor. Irak’tan çıkması istenen ABD kadar olmasa da, İngiltere’nin hatrı sayılır sayıdaki askerinin Irak ve Suriye’deki varlığına kimse ses çıkarmıyor. Bütün bunlar, “önce saha sonra da masa” sürecinin yaşanacağı olaylar olduğu için, bu süreçte İngiltere’nin olmadığını ve olmayacağını düşünmek câhillik demektir.
Brexit ile gövdesinde büyük bir çatlak oluşan Avrupa Birliği’nin büyük ortağı Almanya, seçim sonrası sessizliğe büründü. Merkel, artık AB’nin iflas etmek üzere olan ekonomisini sırtlanacak kamuoyu desteğinden emin değil. Alman Hans, şımarık Gonzalez ve tembel Yorgo’nun karnını doyurmak istemiyor.
Peki içerideki sessizliğe ne demeli? Ahmet Davutoğlu, kurduğu parti ile, korner atışında boşa çıkan kaleci durumuna düşerken, Ali Babacan’ın yeni parti hamlesini yapmak için neyi bekliyor olabilir?
FETÖ, Pensilvanya’daki soğuk sebebiyle kış uykusuna yatmış olamaz. Bu terör örgütü, ellerinde kalan son silah olan “sabır”ı ısrarla kullanırken, tuzaklar kurmaktan vazgeçmiş olması mümkün değildir. Sessizlikleri hayra alâmet olamaz.
Kale, sessizliği dinliyordur
Elbette benim ve başkalarının aklına gelen bu konuların çok daha fazlası, devletin ilgili makamlarının dikkatinden kaçmıyordur. Hele yeni karargâhında daha güçlü ve etkili çalışacak olan Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı’nın bunları günlük rutin olarak çalışıyor olması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Düşmanın gürültü yapanından çok, sessiz olanının daha tehlikeli olması gibi, tedbir de aynı şekilde sessiz ve hiçbir şey yokmuş gibi alındığında etkili olmaktadır. Onlar sessizce iş çevirirken bizim davul çalarak mücâdele edecek hâlimiz yok. Allah yardımcımız olsun.