Hakikat arayışı önemli.
Hakikat arayışı önemli. Üzerinde durulmaya değer bir konu. Çünkü gündelik hayatın bize sunduğu imkânlardan bir an olsun soluklanmaya, düşünmeye ve sorgulamaya ilişkin bir zaman yaratamıyoruz. Oysa koskoca bir ömür farkında olmasak da hakikat arayışı içinde geçiyor. İşte Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı da böyle bir film. Bir hakikat arayışının beyazperdeye uyarlanmış hali. İnsanı silkindiren ve kendine getiren bir eser. Baştan sona soluksuz bir hakikat arayışının en güzel yapıtlarından biri.
Buğday distopik bir hikayeyi anlatıyor. Aslında tam olarak distopik bile diyemeyeceğim. Çünkü filmde uyarlanan sahnelerin yarın olmayacağının garantisi yok. O kadar uzak bir geleceği tahvil etmiyor aslında Buğday. Her an olabilecek bir şeyi çağrıştırıyor. Filmde zaman kavramı olmadığı gibi ülke adı da yok, belirsiz. Musa ile Hızır kıssasını filmden önce bilenler için hikaye zihinlerde daha çok oturuyor. “Nefes mi buğday mı?” sorusuna aranan cevabı film boyunca siz de arıyorsunuz. Tüm güzelliğiyle ve düşünceye sevk eden tüm sahneleriyle filmin karakterlerinden biri de siz oluyorsunuz aslında. Hayatın koşuşturması içerisinde soluklanıyor, bir an olsun durup düşünüyorsunuz. Kafanızdaki soruların ardı arkası da kesilmiyor, şu yazıyı yazarken bile hala dönüp duruyor kafamda sorular…
Filme yapılan en büyük eleştirilerden biri ilmi bir kenara bırakıp dogmatizme esir olmayla ilgiliydi. Aslında buna tamamen karşı çıkıyorum. Seküler cenahlardan yapılan bu yorumun tamamen siyasi ideolojilerle yapılmış bir tarafı var. Evet filmin tasavvufi bir tarafı var. Ama ya hakikat arayışı? Sadece belli bir kesime yönelik mi? İçinde bulunduğumuz hayatta sekülerlerden tutun da en azınlık kesime kadar herkes bir arayış içerisinde. Filmin aslında konusu da bu arayışın hikayesi. Herkes bu arayışı bir yerde sonlandırıyor, sonlandırmasa da kendine yetecek kadarını benliğine alıyor. Dolayısıyla bu tarz yorumların filmi belli bir alana hapsetme düşüncesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Oysa bu film herkes için, istisnasız herkes.
Semih Kaplanoğlu bu ülkenin en önemli değerlerinden biri. Tavrını her zaman seçilmişlerden, demokrasiden yana koyduğu için sanat sektörünü kendi tekelinde zanneden o “modern” kültürel iktidar sahipleri tarafından ayrımcılığa maruz kaldı. Aslında ayrımcılık da ne kelime!.. Tam anlamıyla bir faşizme uğradı. Bir derdi var Kaplanoğlu’nun anlatmak istediği. O bunu anlatmayı beyazperde de seçmiş bizim dünya çapındaki yönetmenimiz. Ona sahip çıkmak ve Türkiye’nin neresinde olursa olsun bu filmin salonlarını doldurmak bir tercihten öte bir görev aslında. “Süt, Bal, Yumurta” üçlemesiyle sanatına hayran kaldığım Kaplanoğlu bunu bir üst perdeye taşımış ve karşımıza da “Buğday” çıkmış. Leyla İpekçi ve Semih Kaplanoğlu’nun o düşündüren ve herkese bir pay biçen senaryosu da muazzam. Gidin ve mutlaka izleyin. Kendiniz, arayışınız ve bir an olsun durup düşünmeniz için.
Hayatında bir baltaya sap olamamış ama faşizmin tarihini baştan yazanlar Semih Kaplanoğlu’nun uzattığı eli geri çevirirken ben ayakta alkışladım. Defalarca… Ve şimdi de bir kez daha… İyi ki Buğday var… Aslında iyi ki nefes var!
Pet Shop, Henry ve Baloo
Ankara’nın çiçeği burnunda belediye başkanı Mustafa Tuna hızlı çıktı. Önce tüm daire başkanlarının istifasını istedi, sonra dinazor heykelini kaldırdı, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin logosunu değiştirmek için çalışmalara başladı ve en sonunda “pet shop”lardaki hayvan satışına karşı çıktı.
Tuna’ya katılmamak elde değil. Ama ondan ziyade daha büyük bir problemimiz var. O da hayvan haklarıyla ilgili bir ceza yasamızın olmaması. Hayvanları öldürenler, eziyet edenler, hunharca katledenler hiçbir şekilde cezalandırılmıyor. Bu noktada yasa çıkarılmasa bile emsal oluşturulabilecek bir hapis cezası verilirse caydırıcı olabilir diye düşünüyorum. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e bu vesileyle çağrı yapalım.
Bu arada iki gezginin kıskandıran dostluklarını görmüşsünüzdür. Köpek “Henry” ve Kedi “Baloo” iki sıkı dostlar. Henry, Baloo’yu her daim kafasında taşıyor, birbirleriyle uyuyorlar, tüm gün boyunca güzel vakit geçiriyorlar. Gerçekten güzel görüntüler… Ama aslında doğanın kanununa aykırı mı diye de düşünmeden edemiyorum. Birbirine genetik olarak dost olmayacak iki hayvanın bize “dost” olarak sunulması bir çeşit hipnotize olabilir mi? Üzerinde düşünmeye değer… Çünkü gündemin akışını oraya kaydırmak için böyle yollar dünya üzerinde denenmiyor değil.