Eski aile düzenimiz malum pederşahiydi. Yani baba liderliğinde süregelen bir Türk aile yapısı vardı.
Eski aile düzenimiz malum pederşahiydi. Yani baba liderliğinde süregelen bir Türk aile yapısı vardı. En azından klasik dönem aile düzenimiz böyleydi ancak bu deforme olmuş bir yapıydı. Özünde Türk aile yapısı kadın ve erkeğin birlikte karar aldığı ve birlikte hareket ettiği bir aileydi. Bunu Dede Korkut hikâyelerinde apaçık görmek mümkündür. Göçebe topluluk olan Türklerde aile içindeki görev dağlımı belliydi. Toprağa bağlı bir hayata geçtikten sonra dahi Türk ailesinde kadına verilen değer, anne olmasının verdiği özellik nedeniyle özel bir yere sahipti. Fakat zamanla deforme olan bu kadın erkek ilişkileri, görev dağılımı ev içindeki düzen sanayi devrimi ile birlikte iyice rayından çıktı. Anadolu’da aile yapısı zamanla kadını hor gören bir yapıya büründü. Eksik etek, aklı kıt, elinin hamuru ile erkek işine karışmak gibi bir sürü betimleme ile kadın neredeyse erkekten sonra konuşma hakkına sahipti. Erkek çocuk doğurmanın daha önemli olduğu bir anlayışla erkek egemen bir toplum özellikle kırsal kesimde oluştu. Büyükşehirlere göç ile birlikte bu anlayış daha derinleşti aslında. Erkek evdeki kadını bir iş gücü gibi görmeye başladı. Çalışan kadın ama yine de evin işleri, çocuklarla birlikte üzerine sürekli yük bindirilen bir kadın profili ortaya çıktı.
Evde patron kim?
Tüm bu yukarıdaki hızlı geçişle birlikte bugün hala bizde aileyi bir arada tutan evin düzenini dirliğini kuran aslında kadındır. Batıda bu çok daha farklıdır. Batıda roller genellikle menfaate dayanan bir eşitlikle yürür. Çünkü bu birliktelik sağlanamazsa hedeflenen yaşam standardı tutturulamayacaktır. O yüzden batıda evde herkesin görev dağılımı bellidir, kurallara ve yaptırıma dayalı bir ev düzeni yürür. Bizde ise rıza anlayışı hâkimdir. Evdeki bireyleri polis zoruyla bir şey yaptırmak yerine muhabbet dairesinde iş bölümü yapmak esastır. Bizde gönül rızası vardır. Klasik aile tipimizde ise kadın daha çok evdeydi. Çalışan kadın sayısı çok azdı. Varsa bile genellikle öğretmen olarak çalışan kadınlar daha çoğunluktaydı. Onların düzeni de bir fabrika işçisi gibi değildi elbette. Kadın ailenin direğidir her zaman. Anne olan kadın çocukları için eğer haram gibi bir sıkıntı yoksa erkeğin derdine tasasına katlanılır, hoş görülür ve idare edilirdi. Ev işi kadının alışveriş ve dışarı işler erkeğindi. Bugün kadın klasik dönemlerdeki aile yapısının içindeki rolü evden dışarıya taşmış durumdadır. Kadın İş hayatında, sivil toplum alanında ve aynı zamanda da evin ve çocukların da sevk ve idaresini yapmaktadır. Kadının ev düzenini sağlama görevinin yanında dışarıda da çalışmakta ve sosyal görevler üstlenmektedir. Bu durumda kadına destek olacak evdeki düzenin devamlılığını sağlamada güç verecek olan eşi ve çocuklarıdır. Hatta bazen kadının annesi babası ve hatta kayınvalidesi ve kayınpederi de bu düzenin içinde rıza ile yer almalıdır.
Düzen olmadan asla
Aile içindeki huzur, mutluluk ve yüklerin omuzlanması empati ve sorumluluğa dayalıdır. Erkek eşini anlayacak, görecek ve üzerindeki yükün ağırlığını hissederek destek olacak. Kadının kurduğu düzene destek olacak. Bu desteği gören çocuklar da kendi sorumluluk alanlarında yapmaları gereken işleri görüp ailenin bir parçası olmayı gönülle kabul edeceklerdir. Ev düzenini sadece teknik anlamda düşünmemek lazım. Disiplin, sorumluluk, programlama ve hedef belirlemek hep bu düzenin içinde belirlenen rollerdir. Başıboşluk, aman sende, sonra yaparız, dağınık kalsın, hazır yemek gibi daha da çoğaltabileceğimiz ev düzeninin dışına çıkan bu alışkanlık ve terbiye kazanımları çocuklara başta ders çalışma ve ileriki hayatlarında da bir davranış biçimi kazandırmaktadır. Ev düzeni aile ve çocukların gelişimi için her şeydir. Aynı zamanda da aile yapısının korunması ve toplumun genel huzuru için önemli bir unsurdur vesselam.
TİYATRODAN BİR İSİM: EBRU AKSAKALLI GÜMRAH
Sevgili okurlarımız sayfamızın bir özelliği de statik olmamasıdır. Çünkü hayatımız monotonluğu ve durağanlığı kaldırmaz. On aydır kısıtlı yaşadığımız bu hayattan nasıl da bunaldığımızı hepimiz biliyoruz. Bu yüzden insanoğlu her daim harekette olmak ister. İnsanın duygu ve düşünce dünyası da gelişmeye ve farklılığa açıktır. Buradan yola çıkarak bu hafta sayfamızda mini röportaja yer verdik. Konuğumuz tiyatro eleştirmeni ve dramaturg Sevgili Ebru Aksakallı Gümrah. Özel tiyatrolarda ve eğitim kurumlarında drama, yaratıcı drama eğitmeni, dramaturg, oyun yazarı ve yönetmen olarak çalışmalara imza atmış. 2014 yılında Sahne Depo adıyla kurduğu tiyatro ile Ebru hanım İstanbul’da aktif olarak tiyatro oyunları sahnelemektedir aynı zamanda memleketi Erzurum’da açmış olduğu 330 kişilik tiyatro salonu ile de hem gişe hem turne ile birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Salgın ile birlikte sanat dünyasında dijital tiyatro tartışmalarına kapı açılan bu kavram ile birlikte tiyatronun farklı bir yüzü olarak kendisiyle buluşma noktasında bir araya geldik. Keyifli bir okuma diliyorum hepimize.
MİNİ RÖPORTAJ/EBRU AKSAKALLI GÜMRAH
TİYATRO DA DİJİTALLEŞİR Mİ?
· Tiyatro nedir?
Tiyatro en basit tarifi ile insana, insanı insan üzerinden anlatmaktır. Anlatmak kelimesi önemli. Eğer anlatım ve yazım üzerinden yürüseydi şayet biz, bugün tiyatronun sadece edebiyat üzerinden var oluşunun tartışmasını yapardık. Ancak tiyatronun ortaya çıkış anından bugüne kadar gelişini göz önüne alacak olursak, Dionysos onuruna düzenlenen şölenlerden, Dithirambos şarkılarıyla ortaya çıktığı varsayılan tiyatro, o günden bugüne kadar kendisini daha da geliştirerek hem estetik hem üslup hem içerik anlamında ciddi bir beğeni kaygısı ile sanat oluşumu hâline gelmiştir. Kısacası duygunun, düşüncenin yazıdan ve anlatıdan çıkarak sahneye görsel bir şölen gibi yönetmen ve oyuncu yorumuyla taşınmasına tiyatro sanatı denilmelidir.
· Tiyatro sadece sanat mıdır?
Hayır sadece sanat değildir. Sahneye taşınmamış hiçbir tiyatro metni sanattır anlamını taşıyamaz. O haliyle tiyatro sadece yazılı bir oyun metni ve edebî bir türdür. O halde tiyatro sadece sanattır demek bu yapının gövde dal ve yaprak bütünlüğünü görmezden gelmektir. Tiyatro kesinlikle bayağılık (!) ve amaçsızlık, eğlencelik ve boşa zaman geçirme alanı değildir!
· Tiyatro ve ideoloji bağlamında ne dersiniz?
Tiyatronun zamanla çeşitlere ayrılması her dönemin ve her yazarın fikirsel, siyasal, dinsel ve sosyal algısından beslenmesi sonrasında tiyatro ve ideoloji ayrı düşünülemez hale gelmiştir. Tarihte bir tiyatro sahnelemesi sonrasında özgürlük için ayaklanmaların çıktığını da görmekteyiz. Elbette ki sadece ideolojiye hizmet etmez tiyatro ancak ideolojik saplantılı(!) kişilerinde muazzam tiyatro oyunlarını ortaya koyduğu gerçeğini de görmezden gelmek imkansız.
· Muhafazakâr ve seküler tiyatro gibi bir şey mümkün müdür?
Bize ezberletilen ve öğretilen tiyatro kavramının kuralsızlık ve inançsızlık ile içi doldurulmuş ve tiyatro budur diye anlatılmıştır yahut doğru budur dayatması da yapılmıştır. İmam hatip lisesi mezunu ve doğulu bir kadın olarak tiyatro bölümünü İstanbul Üniversitesinde okudum daha doğrusu okumayı başardım. Başardım diyorum zira işte tam bu kabul görmüş muhafazakâr ve inançlı insanlar tiyatro yapamaz ezberi ile karşılaşıp; bu ezberi yok sayarak esasen küstürülmüş ve sanatı elinden alınmış bir kesimin temsili olarak var oluş mücadelesi sergiledim. Bu nedenle ben, sanatın kuralsızlık ve inançsızlık tarafının sadece yönetmen ve yazar düşünce dünyasının bizlere dayatımı olarak görüyorum.
· Sahne Depo’yu ve sizi öteki özel tiyatrolardan ayıran şey nedir? Hitap ettiğiniz seyirci kim?
Esasen bu soruyu üç yıl evvel sormuş olsaydınız bizi ve öteki özel tiyatroları ayıran fazla bir şey saymak mümkün olmazdı. Ebru Aksakallı Gümrah ya da SAHNE DEPO olarak diğer özel tiyatrolarla aynı işleyiş içerisinde çalışıyorduk. Yetişkin ve çocuk tiyatroları sahneleme ama bu sahnelemeleri de riski olmayan ve net para kazancı olan belediye il ve ilçelerinde kültür sanat programları içerisinde seyirci kaygısı olmadan yapacağınız ve muhtemelen sizi çok da ileri götürmeyecek alışılmış ya da istenilmiş işlere imza atmaya devam edecektik. Tıpkı diğer özel tiyatrolar gibi! Erzurum’da büyümüş İHL’li bir kadın olarak; eğitimini aldığım tiyatro alanında benim yaşadığım zorlukları yaşamasınlar diye bu alanda kendini geliştirmek isteyen herkese, bize yapılan ötekileştirmeye inat kapımız açık olacak şekilde muazzam bir yatırım yaptık. 330 kişilik koltuk kapasitesi olan, 1300 m2 alana sahip 800 kişilik fuayede ve muazzam bir kültür kafesi ile SAHNE DEPO TİYATRO VE KAFE olarak diğer özel tiyatrolar ile aramıza ciddi bir fark ortaya koyduk. Çünkü biz, farkında olduğumuz ciddi bir eksikliğin gidereni olmaya karar verdik. Ve bu alanda sanıldığı kadar da fazla değiliz hani diyorlar ya muhafazakâr kesimde tiyatrocu yok, tiyatro yok diye ve artık şunu iç rahatlığı ile söyleyeyim ki var ama bilmek araştırmak işlerine gelmiyor! Biz, bu alanda sahnelemeler, eserler ortaya koyan olmakla beraber eğitimler ve diğer kültürel faaliyetlerle de bu alana üretkenlikle de katkı sağlamak amacındayız. İşte bu nedenle hem akademi mezunu olup hem saha bilgisine sahip oyun yazarlığı, yönetmenlik, dramaturgluk ve eğitmenlik tecrübelerini profesyonellik ile ortaya koyacak hani bu işi bizden kim yapar denildiğinde akla gelecek özel tiyatro olmak iddiasındayız. Seyirci kitlemize gelince insanî duygulara ve değer yargılarına sahip kadın, erkek ayrımı yapmadan herkesi kapsamaktadır.
· Gelecekte tiyatronun nasıl bir biçime dönüşeceğini düşünüyorsunuz? Dijital tiyatro hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dijital tiyatro bugün maalesef zorunluluğun ortaya çıkardığı bir kazanım yöntemi oldu. Kazanım diyorum çünkü bu alanda insanlar haklı olarak evlerine ekmek götürmek kaygısında. Dijital tiyatro oturalım da tiyatroya yeni bir alternatif ile farklı bir boyut kazandıralım fikriyle oluşmadı. Aksine nasıl yapalım da bu alanda ki üretimi öyle ya da böyle devam ettirelim fikri ile var olmuştur. Zira sahne tozu ve sahne kokusu diye herkesin diline dolanmış ve tiyatrodan kopamama cümlesiyken; hadi gelin cam ekranda tiyatro seyredelim maalesef olmaz. Zaten tiyatro da seyir kelimesi yoktur; izlemek vardır ve bu var oluşun devamı da seyirci, oyuncu karşılıklı oluşu barındırır. Gelecekte ki tiyatrodan ülkemiz için beklentim sınıfsal fark olmadan hem herkese ulaşılabilirlik hem de tiyatro bilgisine az çok vakıf olabilmiş bilinçli bir izleyici kitlesidir.
DOÇ.DR. MELİHA YILDIRAN SARIKAYA
İKİNCİ KASÎDE-İ BÜRDE VEYA KASÎDE-İ BÜR’E
İlk ve tabiatıyla orijinal Kasîde-i Bürde, Hz. Peygamber’in devr-i saâdetlerinde Ka’b bin Züheyr tarafından huzûrda okunan na‘t-ı şerîftir. Her bir sanat eseri yegâne olacağına, aynı şiir tekrar yazılamayacağına göre ikinci bir Kasîde-i Bürde’den nasıl bahsedilebilir?
Kasîde-i Bürde unvânıyla şöhret bulan ikinci şiir, 13. asırda Mısır’da yaşamış bir sûfî şâir olan Muhammed bin Saîd el-Bûsîrî’ye âittir. İlki gibi Arapça olan bu kasîde de Hz. Peygamber vasfında kaleme alınmış bir na‘t örneğidir. Esâsen şâir kasîdeyi el-Kevâkibü’d-dürriye fî medhi hayri’l-beriyye adıyla tanzîm etmiştir. Ayrıca kafiye harfi “mîm” olduğu için el-Kasîdetü’l-mîmiyye olarak da anılır. Şiirlerinde Peygamber sevgisini hayli derinlikli şekilde işleyen İmâm Bûsîrî’nin bu şiirle birlikte on dört na‘t-ı şerîfi vardır. Fakat ne diğer şiirleri ne diğer na‘tları Kasîde-i Bürde seviyesine yükselememiş, onun kadar çok okunup tanınmamıştır.
Kasîdenin kurgusu ve muhtevâsına baktığımızda, 160 beyitten müteşekkil hacimli bir şiir olduğunu görürüz. Kasîde tertîbini bilenler hatırlayacaktır, beyitlerin sıralanması belli bir kademe planı düzenine göredir. Bûsîrî de klasik tertîbe uymakla birlikte şiirini âdetâ muhtasar bir siyer gibi tasarlamıştır. Bu yönüyle, yâni bütünüyle İslâmî unsurlarla örülü olması bakımından Ka’b bin Züheyr’in şiirinden ayrı bir yerde durmaktadır. Kasîde kendi içerisinde on bölüme ayrılır. Şâirin kendi nefsinden şikâyet ettiği 13.-28. beyitler dışında kalan kısımlar, sevgiliye hasretin terennüm edildiği nesîb bölümü de dâhil olmak üzere kasîdenin tamâmı Hz. Peygamber’i anlatmaktadır. Burada şiiri özetlemek gibi imkânsız ve tatsız bir teşebbüste bulunmak istemeyiz. Fakat kasîde hakkında bir fikir vermesi bakımından şiirde, Hz. Peygamber’in seçkin vasıflarının sıralanması yanında meselâ velâdet-i Nebî, mûcizât-ı Nebî ve hâssaten mîrâc bahsi, meselâ gazavât-ı Nebî konularının ilgili bölümlerde incelikle işlendiğini söylemeliyiz. Kasîdenin sonunda, na‘t usûlüne uygun olarak şâir şefâat niyâzında bulunur ve latîf bir salât u selâm ile şiiri ikmâl eder.
Kasîde-i Bürde Müslümanlar nezdinde henüz şâiri hayattayken yüksek bir hüsn-i kabûle mazhar olmuş, o alâka günümüze kadar devam etmiştir. Manzûm ve mensur çevirileri, nazîreleri, her beytine üçer, dörder, beşer mısrâ eklenmek sûretiyle oluşturulan tahmîs, tesdîs ve tesbî‘leri, zeyilleri ve şerhleri ile Kasîde-i Bürde, başlı başına bir edebiyat vak‘asıdır.
Kasîde-i Bürde’nin bu derece şöhret bulmasına vesîle olan bir de hikâyesi vardır. Rivâyet odur ki İmâm Bûsîrî âhir ömründe felç illetine yakalanır. Bu hastalıktan muzdarip olarak duâ ve niyâzda bulunarak uyuduğu bir gece, rüyâsında Hz. Peygamber’i görür. Peygamber Efendimiz şâirden yazdığı na‘tı okumasını ister. Bûsîrî, pek çok na‘t kaleme aldığını, hangisini okumasının emir buyurulduğunu sorar. Hz. Peygamber şiirin; “E-min tezekküri cîrânin... (Ey gönül, Selemli dostları anmaktan mı gözlerinden kanlı yaş akıtıyorsun?)” şeklinde başlayan ilk beytini seslendirerek tercîhini belirtmiş olur. Bunun üzerine şâir bu uzun kasîdeyi sonuna kadar okur. Kasîdenin inşâdı sona erince, Hz. Peygamber memnûniyet izhârı olarak üzerindeki hırkasını çıkarır, şâirin üzerine örter ve eliyle şâirin felçli kısmını mesheder. İmâm Busîrî bu heyecanla uyanır ve uyandığında hastalığından şifâ bulmuştur. Farklı unsurlarla bezenen bu menkıbeye göre şâir o sabâh namâzına yürüyerek gider ve yolda karşılaştığı bir derviş veya şeyh, ondan rüyâda okuduğu kasîdeyi ister, ilâ âhirihi.
Kasîde etrâfında oluşan bu menkıbe zaman içerisinde başka ayrıntılarla zenginleşerek dilden dile aktarılmış, böylece şiir, emsâli arasında üstün bir mevkî kazanmıştır. İşte rüyâda tahakkuk eden bu fevkalâde hâl sebebiyle bu kasîde de Ka’b bin Züheyr’in şiiri gibi Kasîde-i Bürde ismiyle anılır olmuştur. Her iki şiiri birbirine bağlayan özellik, ilkinin gerçekte diğerinin misâl âleminde Hz. Peygamber’in hırka-i saâdetiyle ödüllendirilmiş olmalarıdır. Bu rivâyetin muhtelif versiyonları mevcuttur ve her biri şifâ motifi barındırmaktadır. Bu gerekçeyle Kasîde-i Bürde Osmanlı’da, hastalıktan kurtulma anlamında Kasîde-i Bür’e ve Kasîde-i Bür’iyye isimleriyle de tanınmıştır. Böylece hem orijinal Kasîde-i Bürde’den ayrı bir na‘t olduğu vurgulanmış, hem şiirin şifâ meziyetine dikkat çekilmiştir. Fakat yine de gerek telaffuz kolaylığı gerekse hırka-i saâdet irtibâtı yönüyle Kasîde-i Bürde isimlendirmesi daha kalıcı olmuştur.
Kasîde-i Bürde’nin okunması, istinsâh edilerek çoğaltılması, ezberlenmesi gibi hususların her birisi için incelikli usûller geliştirilmiş olup şiir etrâfında âdetâ bir merâsimler silsilesi teşekkül etmiştir. Meselâ, son dönemdeki önemli şârihlerden biri olan Âbidin Paşa (v. 1906) şiirin okunması için, “kalben ve bedenen tahâret ve nezâhat şartı” gerektiğini kaydetmiştir. Bütün bu rağbet ve ihtimâm, Kasîde-i Bürde’ye tâbir câizse bir tür kudsiyet atfedildiği kanâati de hâsıl etmektedir. Kasîde bir taraftan bu kadar îtibâr görürken diğer yandan özellikle bir iki beyti, Hz. Peygamber’i övgüde aşırıya gidilmiş olduğu iddiâsıyla eleştirilmiş; fakat bu yaklaşım burada üzerinde durmayı gerektirecek kadar taraftar bulamamıştır.
Dinî edebiyat târihimizde birden fazla Kasîde-i Bürde olması, esâsen her vakit bir başka hırka şiirinin zuhûr edebileceği ihtimâlini de hatıra getirmektedir. Bu yaklaşımı bir adım daha ileri götürecek olursak; bereketli na‘t-ı şerîf vâdîsinde hikâyesine vâkıf olmadığımız kim bilir başka ne hırka şiirleri mevcuttur diyebiliriz.