Azerbaycan ve Ermenistan birer Sovyet Cumhuriyeti idi.
İki yazıdır Ermeni tarihi ve Türk düşmanlığı etrafında şekillenmiş Ermeni milliyetçiliği hakkında yazıyorum. On dokuzuncu Asrın sonunda Batılı emperyalistler ve Rusya’nın kışkırtmasıyla başlayan Ermeni isyanları, Birinci Dünya Harbi şartlarını (eş zamanlı olan Çanakkale ve Sarıkamış Muharebeleri şartlarını) fırsat bilerek yapılan 1915 Ermeni Mezalimine karşı bir terörle mücadele harekâtı olan Tehcirle neticelenmişti. Yirminci yüzyılda başta ABD ve Fransa’da yuvalanan Ermeni diasporası bu şartlarda oluşmuş, emperyalist Batı devletlerinin himayesi ve desteğinde sermaye ve güç biriktirmişti. Ancak Ermenilerin asıl yurdu olan bugünkü Ermenistan Sovyetlerin egemenliği altında idi. Böylece Ermeni milliyetçiliğini temsil eden iki grup ortaya çıkmıştı: Birincisi ABD ve Fransa merkezli Ermeni Diasporası, ikincisi de Sovyet Ermenistan’ında hâkim olan Taşnakçı örgütlenme. Biz o dönemlerde Batı ittifakı içinde olduğumuz için Sovyet âleminde olan biten hiçbir şeyden haberdar değildik. NATO merkezli büyük propaganda mekanizması bizi bu dünyadan soyutlamıştı. (Aynısı karşı taraf için de geçerliydi.) Bizim Türkiye olarak duyduğumuz Ermeni diasporasından yükselen ve Ermeni Mezalimini sözde Ermeni Soykırımına dönüştürmeye çalışan çığlıklar oldu. Arkasından, benim çocukluğumun geçtiği yetmişli yıllarda Ermeni terör örgütü ASALA ortaya çıktı. Ancak karşı tarafta, yani Sovyet tarafında da, bir şeyler olmaktaydı.
Azerbaycan ve Ermenistan birer Sovyet Cumhuriyeti idi. Kendi kavmi olan Gürcüler de dâhil olmak üzere hiç kimseye yakınlık beslemeyen (kanaatimce de hiçbir zaman gerçek anlamda bir sosyalist olmamış olan) modern Firavun Stalin, kendi tek adam rejimini sağlama almak için farklı Sovyet Cumhuriyetleri içinde nifak tohumları serpmeyi bir kural olarak benimsemişti. Azerbaycan halkının Türk kökenli olması ve Türkiye ile irtibat içinde olma ihtimali Stalin için her zaman bir tehdit olagelmişti. Dahası Bakü’de çok ciddi petrol ve gaz rezervleri vardı. Azerbaycan’ı her daim kendi demir pençeleri arasında tutmak için komünist partisi kadrolarını buna göre şekillendirdi. Tarih boyunca bir Türk yurdu olmuş olan Karabağ’a Ermeni nüfusun iskânı ve burada nüfus dengelerinin Azerbaycan aleyhine bozulmasını Karabağ’a özerklik verilmesi takip etti. Nahcivan Ermenistan’a verilen bir koridorla Azerbaycan’dan fiili olarak kopartıldı. Bu aynı zamanda Azerbaycan Türkiye bağlantısının da koparılması anlamına geliyordu. Yetti mi? Yetmedi. Azerbaycan komünist partisinin ve Sovyet Cumhuriyeti’nin önemli ve kritik noktalarına Ermeniler yerleştirildi. (NOT: Bunun yanı sıra, bir genelleme olarak söyleyebiliriz ki, Sovyetler Birliği’nin farklı Cumhuriyetlerinde en önemli ve kritik noktalarda her zaman Ruslar bulunurdu, DMD.) Kızılordu ve KGB baskısıyla kurulan bu adaletsiz statüko, aynı zamanda Ermeni ve Azeri milliyetçiliklerini de frenlemeyi amaçlıyordu. Burada kaydedilmesi gereken bir önemli nokta da Azerbaycan’da ordu namına bir şey yokken, Ermenistan NATO üyesi Türkiye ile sınırdaş olduğu için Kızılordu üssüne dönmüştü.
Kıyamet 1990’da koptu. Hiç yıkılmayacağı zannedilen, her zaman iktidarda kalacağı düşünülen Sovyetler Birliği yıkıldı. Artık Ermenistan’daki Taşnakçıların eli bağlı değildi. Uzun yıllardır bu fırsatı bekleyen Karabağ Özerk Cumhuriyeti Azerbaycan’dan bağımsızlığını ilan etti. Sovyetlerden kalan silahlarla donanmış Ermeni ordusu da Karabağ çevresindeki Azerbaycan yerleşimlerini işgal etti. Doğru düzgün silahı olmayan, gönüllü vatandaşlardan müteşekkil Azeri kuvvetleri buna direnemedi. Ermeni çeteleri Azerbaycan köylerinde yaşlı, çocuk ve kadınları insanlık dışı bir şekilde katlettiler. Hocalı Katliamı buna en güzel örnektir. Katiller Taşnakçı çeteler, onları destekleyen Batılı ve Rus emperyalistler, öldürülen, işkenceye uğrayan ve yurtlarından sürülen Müslüman Türklerdir. 1990’ların katliamlarıyla 1915’in katliamları arasında sadece tek bir fark vardır: 1915’te bütün zorluklara rağmen bir Türk ordusu vardı, 1990’larda ise Azerbaycan’ın ordusu yoktu!
O günden bu yana tam 27 senedir bu eşkıyalığa dünyadan ne bir ses ne de bir nefes çıkmaktadır. Kurulan sözde Minsk grubu (ABD, Fransa ve Rusya’dan müteşekkil) işgalin kalıcılaşması için Azerbaycan’ı uyutma işlevi görmektedir. Azerbaycan’ın haklı davasında yanında da sadece Türkiye bulunmaktadır. Soru sorulabilir: “Neden 1990’larda Türkiye müdahale etmedi?” Cevap basittir: “Silah sanayiinde dışa bağımlıydık ve Türkiye kendi can derdiyle boğuşuyordu.” Sovyetler yıkıldığında Türkiye’nin Türk dünyasıyla birleşmesinden korkan emperyalist güçler Türkiye’nin başına nice çorap ördüler. PKK belası, FETÖ casus örgütü, arka arkaya gelen suikastlar ve benzeri… Pekiyi, bugün ne olmaktadır. Her şeyden önce Türk Ordusu yerli ve milli silahlarla teçhiz edilmiştir. Buna ek olarak savaş sanatında çığır açan milli robot uçak (İHA ve SİHA) teknolojisiyle hem terör örgütlerine hem de teröristlerden farksız eşkıya devletlere karşı üst üste zaferler kazanılmaktadır. İkinci olarak kardeş Türkiye’nin desteği ile Azerbaycan’da kuvvetli bir ordu tesis edilmiştir. Üçüncüsü Azerbaycan rahmetli Prezident Heyder Baba (Haydar Aliyef) ve muhterem Prezident İlham Aliyef önderliğinde kurumlaşmış, devlet müesseselerini yerleştirmiş, ekonomisini geliştirmiştir. Öyle ki, Rusya için bile Azerbaycan Ermenistan’dan daha önemli bir konuma ulaşmıştır. Dördüncüsü Ermenistan Türkiye’nin doğru diplomasisi ile 27 senede Kafkasya’da izole hale gelmiş, Azerbaycan – Türkiye – Gürcistan üçgeni ile kuşatılmıştır. Halkı fakirlikten ve açlıktan kaçacak yer aramaktadır. Beşincisi, Ermenistan’da geçen yıllarda bir turuncu devrim olmuş ve Rusyacıların yerine diasporanın desteklediği Batıcılar iktidara gelmiştir. Bu da Putin’in olaylara ses çıkarmamasında önemli bir rol oynamıştır. Altıncısı, Ermenistan yönetimi çakma Napolyon Mösyö Macron ve avenesinin teşviki ile Türkiye’nin dikkatini Doğu Akdeniz’den uzaklaştırmak için Azerbaycan’a saldırmıştır. Beklemedikleri ise, Azerbaycan’ın bu kadar hızlı ve sert bir yanıt vermesiydi.
Şimdi ne olacak ve ne olmalı? Her şeyden önce, uluslararası konjonktürün müsaitliği sebebiyle Azerbaycan Karabağ’ın tamamını alana kadar durmamalıdır. Topraklar alındıktan sonra da, Rusya, Türkiye ve Azerbaycan birlikte Kafkaslar için bir barış konferansı yapmalıdır. Başta Nahcivan olmak üzere bütün meseleler, bir daha bozulmamak üzere bir neticeye bağlanmalıdır. Burada Batılıların Kafkasya’ya sokulmaması, bu çözümün bölge ülkeleri arasında halledilmesi önemlidir. Çünkü hem Rusya hem de Türkiye Batı tehdidi altındadır. Pekiyi, Batı bu duruma ne der? Kelin ilacı olsa başına sürerdi… Batı hiçbir şey yapamaz. Şu anda kendi dertlerine düşmüş durumdadırlar. Kafkasya’da çözümün sağlanması, bir sonraki aşamada Suriye ve Irak’ta da çözümün bölge ülkelerinin uzlaşmasıyla sağlanma ihtimalini arttıracaktır.
“Hocam, çok güzel söylüyorsunuz da, Rusya bu kayığa biner mi?” Bence biner. Gerek Rusya gerekse de ABD her zaman kazananın yanında yer alır. Kaldı ki, kendisine düşman olmayan ve ortaklık içinde hareket eden bir Azerbaycan ve Türkiye Rusya için şımarık bir eşkıya devlet olan Ermenistan’dan çok daha değerlidir. Kafkaslar ve Orta Doğu’da istikrarın sağlanması ABD’nin de işine gelir.
Pekiyi İsrail ne olacak? Eğer Türkiye İsrail’le yakınlaşmaya başlarsa, İsrail’in de politikası değişir. Çünkü İsrail’in derdi bir PKK devleti kurmak değildir. (2010 yılına kadar İsrail gerek Ermenilere gerek de PKK’ya karşı Türkiye’nin en önemli müttefiki idi.) İsrail’in derdi, kendi can güvenliği ve varlığını devam ettirmektir. Şu anda İsrail medyasında yazılanlara bakılırsa İran ile beraber kendi güvenliklerine tehdidin en çok Türkiye’den geldiğini düşünmektedirler. Bu yanlış ve çarpık bir bakıştır. Türk Devleti kendi güvenliğini sağlamak derdindedir. İsrail’e buna yönelik bir mesaj verilirse ve ilişkiler normalleşirse çok önemli bir diplomatik zafer olur.
Cuma’ya şu AYM-Siyaset tartışmasını ele alalım.