Üstenciliğin dayanılmaz hafifliğini sadece ait ya da bürünmüş olduğumuz kimlikte değil, yaş meselesinde de görüyoruz.
Fikri Sağlar’ın başörtülü kadınlarla ilgili ayrıştırıcı sözlerine karşı en anlamlı soruyu eski milletvekillerinden Ufuk Uras sordu:
“Siyah bir hakimin benim hukukumu koruyacağı konusunda şüphem var” diyen bir beyaza ne denir?’
Sağlar’ın söylemiş olduğu cümlenin altyapısı da bundan farksız.
Kaldı ki konunun dindar-laik ekseninde tartışılması da hata, tartışılsa tartışılsa böyle bir cümlenin cinsiyetçilik ve üstencilikle ilgisi var (biliyorum, başörtülü kadınlar kadın dernekleri için “makbul” olmadığından onlar da sus pus).
Öyle ya, daha önce de çok yazdım, Fikri Bey’in söylemiş olduğu cümlenin CHP tabanında çok alıcısı var (ay vallahi CHP eski CHP değil diyenleri diğer sayfaya alalım).
Salt olarak şahsi düşüncesini söylemiyor Sağlar, zira Nagehan Alçı’yla konuşmasında da CHP tabanında bulduğu yaygın destekten bahsediyor.
Esas sorun, Sağlar’ın “Fikri” yapısında kıramadığı eşitlenme pratiği.
Başörtülü/muhafazakâr biriyle eşitlenmeme “Fikri” üzerine bir siyasal zemini temsil ediyor.
Modernizmin şeklen kurumsallaştığı bu topraklarda “Fikrin” önemi hayat tarzı pratiğinden geçiyor.
Mesleki kariyeri, okuduğu okullar, sayfalar dolusu özgeçmişin akredite olabilmesi için önce “yaşam tarzı” geyiğinden İzmir Marşı’yla geçmek şart.
Ve hala daha son kullanma tarihi geçmiş bu fikirleri “solculuk” olarak yutturma uğraşlarına “bağzıları” bıkmadan usanmadan devam ediyor.
Yıl olmuş 2021!
Önce bıraktığınız dünyayı sorgulasanız…
Üstenciliğin dayanılmaz hafifliğini sadece ait ya da bürünmüş olduğumuz kimlikte değil, yaş meselesinde de görüyoruz.
Geçen gün markette kasa kuyruğunda beklerken orta yaşı hayli geçmiş bir kadının “sıraya geçmesi” için uyaran genç kıza karşı serzenişlerine tanık olduğumda bunu daha iyi anladım.
Konu olarak haklı olsun olmasın yaş haddinden dolayı her türlü şeyi yapma hakkına sahip olduğunu düşünenler sadece markette değil, medyamızda da var.
Sürekli bir gençlere öfkelenme ve onların seçimleri, yaptıklarıyla alay etme halini oturduğun yerden yazmanın kolaylıkları elbette paha biçilemez.
Mütemadiyen “bu gençlerle” geleceğin çok kötü olacağını ilişkin yersiz korku pompalayanlar acaba nasıl bir dünya bıraktı da gençlerin bunu düzeltmesini bekliyor?
Herhalde iyi bir dünya bırakmadıkları için yazmaya devam ediyorlar?
Gençlerin halinden dem vurup Türkiye’de muhalefet gibi sadece konuşma sanatına girişenlerin önce bunu sorgulaması daha iyi olur sanki.
İstanbul’u özlemek
Gazetecilik görevimiz gereği sokağa çıkma yasağı günlerinde İstanbul’u gözlemlemek için çeşitli yerlere gidiyorum.
İnsan manzaralarını belli saatlerde yakalasam da onun dışında İstanbul’un insanlarıyla güzel olduğunu pandemi döneminde daha iyi anladım.
Dönen reklam panolarına bakan bir çift gözün olmaması bile insana acı vermiyor değil.
İstanbul’un bu sessizliğinde aslında yetkililere seslenip hiç değilse sokak müzisyenleri bir program dahilinde caddelere çıkıp ses olsalar nasıl olur diye düşünüp durdum yürürken.
O sessiz çığlığın sesi belki enstrümanlarda yankılanırdı…
Pazar günü Caddebostan’da yürürken denetimlerin özellikle sahil boyunda arttığını gördüm.
10 ila 17 saatleri arasında market alışverişini yapmak için çıkan insanların sahilde yürümesini engellemek zaten içimizin daraldığı şu günlerde ne kadar doğru bilemiyorum.
Ayrıca amiral gemisinin genel müdürü emniyet mensuplarının “sen” diye hitap etmesine pek bozulmuştu geçen günlerde.
Hak verdiğim yerler var, ben de tanımadığım birinin bana “sen” demesinden hoşlanan biri değilim.
Fakat İstanbul’da sokakta ya da trafikte karşılaştığım tüm polislerden böyle bir hitap kendi adıma işitmedim.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün tüm mensuplarını bu nezaketinden ötürü kutluyorum.
O değil de bir zamanlar köşenden beğenmediğin ya da kendinden altta gördüğün kişilere “biraderden” tut da çeşitli sıfatları sıralayan “sen” değil miydin Ahmet Hakan?