Beşeri sermaye ve zihni emeği tanımladığım pazartesi günkü yazımda bu ikisinin birbirini tamamladığından bahsetmiştim.

Beşeri sermaye ve zihni emeği tanımladığım pazartesi günkü yazımda bu ikisinin birbirini tamamladığından bahsetmiştim. Yani üretimde zihni emeğin daha yoğun olarak kullanılması için ve dolayısıyla daha yüksek katma değer elde edebilmek için beşeri sermayenin de daha yoğun olarak kullanılması gerekir. Beşeri sermayeyi “üretimde kullanılan birikmiş bilgi” olarak tanımlamıştım. Buna göre, bütün sermaye bileşenlerinde olduğu gibi, beşeri sermaye de spesifik faktör konumundadır. Spesifik faktör, her üretim sektörü için özel olan, yani sadece tek bir üretim sisteminde kullanılabilen faktörlerdir. Beşeri sermaye için bunu kendimden bir örnekle açıklayayım: Ben 18 yıldır fiilen ders verip araştırma yapan bir iktisat profesörüyüm. İngilizce ve Almanca lisanlarına hakim olmakla birlikte, Arapça ve Farsça’yı da konuşamasam bile anlayabilecek düzeydeyim. Aruz ölçüsüyle yazan orta dereceli amatör bir şairim ve teorik fizik, biyoloji, tarih ve antropoloji amatörce ilgilendiğim bilim dallarıdır. Polisiye ve bilim kurgu romanları da hobilerimi oluşturur. Ben bu beşeri sermaye birikimimi en güzel iktisat hocası olarak değerlendirebilirim, zaten o işi yapıyorum. Varsayalım ki, memleketin ali menfaatleri beni sağlık sektöründe çalışmak zorunda bıraktı. Bu beşeri sermaye birikimi ile sağlık sektörünün ana faaliyet alanında 1 aylık bir kursla belki hastabakıcı olabilirim. Yardımcı faaliyet kolunda ise en fazla hastanenin muhasebe müdürü pozisyonunda çalışabilirim. Benden hekim veya cerrah olmaz. Aynı şey bir hekim veya cerrah için de geçerlidir; onlardan da sosyal bilimci olamaz.

Bu örnekle anlatmaya çalıştığım olgu, beşeri sermayenin birbirinden farklı sektörlerde kullanılamayacağı ve ancak belli bir sektörde etkin bir şekilde katkı sağlayacağıdır. Beşeri sermayeyi oluşturmak ve biriktirmek ise eğitim sistemi ile gerçekleşir. Bu yüzden sadece eğitime bütçemizden ne kadar pay ayırdığımız değil, aynı zamanda ne üzerine eğitim aldığımız da çok önemlidir. Çocuklarımızı hangi temel bilgilerle donatacağımız kadar, hangi alanlarda uzmanlaşmaları gerekeceği de, ülkenin kalkınma ve büyüme hedefleriyle nasıl uyumlu hale getireceğimiz de hayati önem arz etmektedir. Bu bağlamda, eğitim politikası aynı zamanda bilim teknoloji, kalkınma, büyüme, nüfus, savunma, sanayi ve genel ekonomi politikaları ile uyumlu olmalıdır. Türkiye’de ne yazık ki, bugüne kadar böyle bir politikalar arası koordinasyon tesis edilememiş, ülkenin geleceğini oluşturmak için hiçbir ciddi planlama yapılamamıştır. Eğitim politikası üretim ve kalkınma bağlamında değil, ama hakim güçlerin kendi ideolojilerine göre standart insan yetiştirme programı olarak kabul edilmiştir. İsterseniz, yakın geçmişte eğitimde sergilenen temel hataların kırılma noktası olan 28 Şubat süreci ile durumu detaylandıralım.

28 ŞUBAT SÜRECİ: KÖR İDEOLOJİK REFERANSLARLA EĞİTİM POLİTİKASI UYGULANMAZ

28 Şubat süreci “dinin ve dini değerlerin kökünün kazınmasına” takıntılı – içinde medya iletişim sektörü, akademi, asker ve sivil bürokrasi ile yargıdan unsurlar olan- bir topluluk tarafından gerçekleştirilen “post modern bir darbe” süreci idi. Bu darbenin emperyalist güç odakları ile bağı bu yazının konusu değildir. 28 Şubat sürecinde eğitime vurulan en büyük darbe, bugün çoklukla söylendiği gibi İmam Hatiplerin kapatılması değildir, çünkü özü itibarı ile İmam Hatiplerin kalkınma, büyüme ve daha üretken bir toplum olma hedefleri ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Darbeciler, eğitime esas darbeyi İmam Hatiplerle birlikte Anadolu Liseleri’nin orta kısımlarını kapatan 8 yıllık eğitim sistemi ile vurmuştur. Düşünün, biz Kadıköy Anadolu Lisesi’ne girdiğimizde 1 yıl Hazırlık + 6 yıl orta ve lise eğitimi olmak üzere -5 yıl ilkokulla birlikte- 12 yıl kesintisiz eğitim içine giriyorduk. Dahası okulda okuyan öğrencilerin en az yüzde 20’si parasız yatılı idi ve nice maddi durumu yetersiz arkadaşlarımız kitabından üniformasına her şeyi devlet desteğiyle olmak üzere mükemmel bir eğitim aldılar. Kadıköy Anadolu Lisesi kadar olmasa bile, ülkenin her tarafındaki Anadolu Liseleri üç aşağı beş yukarı bu durumda idi. Çalışkan ve zeki ama maddi durumu yetersiz öğrencilere fırsat eşitliği sunan kurumlardı. 28 Şubat’ın cahil generalleri, işbirlikçi medya ve dalkavuk bürokrasi İmam Hatipleri tasfiye ediyoruz bahanesiyle Anadolu Liseleri’ni Süper Lise’ye dönüştürdüler. Anadolu Liseleri’nin etkisizleştirilmesi ile birlikte özel kolej ve özel üniversite furyası başladı, yani parası olan çocuğunu ilkokuldan üniversite mezuniyetine kadar özel okullarda okuturken, garibanın çocukları iyi eğitimden mahrum kalmaya başlamıştı. Toplumda fırsat eşitliği ciddi bir yara aldı. 28 Şubat sürecinden bir süre önce de “tembelliğe prim tanıyan kredili eğitim sistemine” geçilerek “sınıf geçme” yerine “ders geçme” kriteri getirildi. Böylece eğitimin kalitesi de düşürüldü. Eğitimin temel stratejisi, vatandaşlara mümkün olduğunca eğitimde fırsat eşitliği sağlamakken, tam tersine mevcut imkânları da ortadan kaldıran ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bir sisteme geçtik. AK Parti hükümetlerinin en büyük başarısızlığı ve kendi tanımladıkları davalarının istikametinden en fazla uzaklaştıkları alan eğitimdir. Çünkü, 28 Şubat sürecinde bozulan dengeleri yerine oturtmak varken, tam tersi 28 Şubatçı eğitimi devam ettirerek ve 28 Şubatçıların eğitimi hem nicelik hem de nitelik olarak gerileten politikalarına hiç dokunmayarak toplum içindeki eğitim alanındaki eşitsizliği artırdılar. (Türban Yasağı kepazeliğini hariç tutuyorum, bu konuda AK Parti hükümeti geç de olsa neticeye ulaşmıştır.) Anaokulundan üniversiteye özel eğitim kurumları AK Parti döneminde yaygınlaştı. Burada başta FETÖ olmak üzere bir çok cemaat ve tarikata da özel eğitim kurumu açması yolunda göz yumuldu. Özel kolej, özel dershane, özel üniversite furyasından en fazla faydalanan da, söylemeye gerek yok, FETÖ’cü casus ve eşkıyalardı.

CEMAAT/TOPLULUK KİMLİĞİNE YÖNELİK DEĞİL CEMİYET/TOPLUM KİMLİĞİNE YÖNELİK EĞİTİM

Bir millet “vatandaşlık bilinci ile bir araya gelmiş ve ortak vatan-ortak devlet ülküsünde birleşmiş” insanlar topluluğudur. Bir milletin millet vasfını ortadan kaldıracak iki etken vardır: İlki cemiyetin tümüne tek bir hukuk yerine farklı cemaatlere farklı hukuk uygulanması ve ikincisi farklı cemaatlerin/toplulukların farklı eğitim sistemi uygulamasıdır. Burada cemaatlerle kastettiğim sosyolojideki toplum içindeki farklı çıkar çevrelerini temsil eden community/topluluk anlamındadır. Cemaatlere farklı hukuk uygulanmasının en çarpıcı ve dehşetli örneği 2003 Amerikan işgali sonrası parçalanmış Irak’tır. Cemiyetin tümünde belli standartlarla fırsat eşitliğini gözeten bir eğitim yerine, her cemaat/topluluğun kendi kafasına ve dünya görüşüne göre yetiştireceği farklılaşmış ve düşmanlaştırmış bireyler de “millet olma şuuru ve duygusunu” zayıflatacaktır. Keza, eğitimde fırsat eşitliği baltalanırsa, farklı gelir gruplarının arasındaki iktisadi ve sosyal uçurum artar ve bu da ciddi toplumsal çatışmaya yol açar. Biz bunu mu istiyorduk? Hayır, ama maalesef -belki de- iyi niyetle bu hatalar devam ettirildi. Ama cehenneme giden yolların taşları iyi niyetle döşenir!

Kör ideolojilere, dini, mezhebi ve etnik mensubiyetlere dayalı farklılaşmış bir eğitim sistemi önünde sonunda toplumun kutuplaşmasına, adalet duygusunun zedelenmesine yol açar. 21’inci asırda memleketin ihtiyacı olan beşeri sermayeyi üretmek ve biriktirmek şöyle dursun, bu tarz bir eğitimle (yani ağırlıklı denetimsiz özel eğitim kurumların eli ile yürütülen bir eğitimle) milleti bir arada tutabilmeniz bile zorlaşır. Cahil, uzmanlığı olmayan, mesleksiz ve öfkeli yığınların kavgasını seyredersiniz. Korkmayın, daha o durumda değiliz, devletimiz ve hükümetimiz bu konuda çözüm üretmeye çalışıyor ancak geç kalırsak tehdit büyüktür.

“Peki Hoca’m ne yapmalıyız?” diye soran okuyucularıma, üzülerek yerimin kalmadığını söyler ve pazartesiye kadar beklemelerini istirham ederim. Pazartesi “Nasıl bir eğitim sistemi olmalı?” sorusunu yanıtlayacağım.