Güneş'e nispet yaparcasına parlak ve "kelamlarını al düş peşime" dercesine cömertti o gece Ay…

Güneş’e nispet yaparcasına parlak ve “kelamlarını al düş peşime” dercesine cömertti o gece Ay… Kocaman endamıyla isyan ediyordu; ilhamını görmeyen, anlamayan, anlatamayan yüreklere…Ve ben o gece; Ay’ın sitemlere yüklediği davetiyle gözlerimi dünyaya kapatırken, edebiyat zulamı yüklediğim yüreğimi de alıp destursuzca geçmek istedim açılan ilham kapılarından…

Uzun zamandır edebiyata dair içimde biriktirip fısıldayamadıklarımı fark ettim ve fazlasıyla mahçup oldum o akşam Ay’ın kocaman yüreğine başımı huzurla dayayınca…Dünyalara hükmedecek azamete sahip olsa da şu İnsanoğlu; zırhını indirip çıplak ruhuyla başbaşa kalınca, huzurla yüreğini dayayacağı bir gölgeye bile hasretlik çeker çoğu zaman…

Halbuki edebiyat zulam her daim dolup taşardı; Dicle ve Fırat’ın coşkuyla akıp bereketiyle taçlandırdığı Mezopotamya misali… Çoğu kez de dostların keyifli sohbetlerinde kulaklarım çınlardı açılan telefonlardan “kalemini fazlasıyla andık” dediklerinde…
Onlar böyle dedikçe yoğun gündemi yakalayan yazılarımın arasına mutlaka “bugün günlerden aşk olsun mu” diyerek bir nefes üflerdim usulca…

“Kadın Kokusu, Aşk-ı Yüreğinde Tütsüleyen Kadınlar, Can-a Tapan Candan Neferler, Ey Aşk Hasretinle Ben Yandım Tutuştum Küle Dönüp Savruldum” ve daha nice başlığın altını edebiyat zulamda damıttığım kelamlar ile doldururken şimdilerde hayat koşturması içinde “benim ben olmadığımı” fark etmiştim o gece; Ay’ın kocaman belerttiği gözlerinden yansıyan sitem bakışlarıyla aydınlanınca…
Ve yıllardır içimde biriken “her şeyi bir kenara bırakıp edebiyata yönelme sevdası” o gece bir başka depreşmişti doğrusu…Gittiğim her sessiz, sakin, ücra, dağ başı, su kenarı, doğa harikası yerde aklıma ilk gelen “buraya kapanıp kitap yazmak istiyorum” iç suflem o gece yeniden gün yüzüne çıkmıştı ve “evet burada da açıp coşar Kadim Mezopotamya‘dan aldığım bereketli ilham tohumlarım” diyordu… Susmak, dinlemek,hissetmek ve yüreğime süzülen her heceyi sadece yazmak istedim o gece Ay’ın kocaman yüreğinde…

Henüz tanışmadığım Tuncelili ses sanatçısı Nilüfer hanımın yazıp yolladığı şu cümle de aklıma gelmişti o gece Ay ile biz bize sohbet ederken; “Yaşar hanım sizinle tanışmayı çok isterim çünkü memleketimde yazılarınızı okuyan büyüklerim sizin için ‘Taşı Bile Konuşturan Kadın’ diyor…”
Tunceli’nin layık gördüğü bu tanımlama şimdiye kadar duyduğum en muhteşem takdirdi benim için; Taşı Bile Konuşturan Kadın…
Deli gibi koşarken kaybettiklerine şöyle dönüp bir baksa insan; bırakın taşı konuşturmayı keşkeleri için ne çok taş arayacak başını vurmak için…
Halbuki bir hoş seda bırakmaya ve sunulan nimetleri layıkıyla yaşayıp şükretmeye gelmiştik bu dünyaya... Ay’ın o gece dünyaya sonuna kadar açtığı kocaman yüreğinden yansıyan ışık, insan misyonumuzu ve yakın geçmişte kaleme aldığım şu cümlelerimi aklıma getirmişti;
“Bakışlarında beni dinlendiren bir tılsım var ey can... Kıyısındaymışım gibi en sakin, en mis kokulu, en derin denizlerin... En uçsuz bucaksız ovaların, kekik kokulu dağların, adını özgürce haykıracağım zirvelerin... En cennete yakın duaların... Ve kıyısındayım şimdi; yüzüme, ruhuma, yüreğime, avuç içlerime dokunan en Can Kokulu Rüzgarların...”

Bunca koşturma arasında en son ne zaman yüzünüze, ruhunuza, yüreğinize ve avuç içlerinize “Can Kokulu Rüzgarlar” dokundu hatırlıyor musunuz?

Velhasılı kelam “yaradılış özüne sadık kalmayan” insanoğlu ne huzur buldu ne huzur verdi! Halbuki bir tohumduk biz, Kainat’a doğru sevdayla üflenen...