Manastır yakınlarındaki Dobruševo köyünün mezarlığında bir mezar taşı var.
Manastır yakınlarındaki Dobruševo köyünün mezarlığında bir mezar taşı var. Üzerinde Petko Liskovski'nin 1910-12 arası Osmanlı ordusunda, 1914-15 arası Sırp ordusunda, 1916-18 arasında ise Bulgar ordusunda askerlik yaptığı yazıyor. Savaşlardan sonra köyüne dönmüş Liskovski...
Buraya 50 km uzaklıktaki Staravina köyündeyse Petre ve Mitre adlarında iki kardeş yaşamış. Bu iki kardeş I. Dünya Savaşı sırasında Sırplar tarafından askere alınıp Avusturya cephesine gönderilmişler. Mitre Arnavutluk seferine katıldıktan sonra Makedon Cephesi'ne kendi köyüne çok yakın bir bölgeye sevk edilmiş. Petre ise Avusturyalılar tarafından esir edilmiş ve Bulgar ordusunda savaşmak üzere Makedonya'ya geri gönderilmiş. Belki de bölgeyi iyi bildiği için... Nihayetinde iki kardeş birbirlerinden birkaç yüz metre ötede rakip ordularda görev yapmışlar. Sonra Mitre'nin alayı nasıl olduysa aralarında Petre'nin de bulunduğu düşman birliğini sağ ele geçirmiş. Onlar da köylerine dönmüşler. Köy aynı köy... Ama savaştan dönen adamlar değişmiş olduğu için köyün anlamının değiştiğinden, bir duygu derinliğinin oluştuğundan bahsedebiliriz.
Çoğumuz köyümüzden böyle çıkarılmadık ve belki çıplak ve yıllarca eziyet çekmiş bir şekilde geri dönmediğimiz için ona yeterli değeri veremedik. Bu yüzden anlam kazanamayan bir dünyadan veya zayıf anlamlarla örülü bir insanlık dünyasından bahsedilebilir. Gelişmiş, zenginleşmiş topluluklar için özellikle geçerli bu. Yahudiler de geçmişte sahip oldukları temel kavramın “sağkalım” olmasını unutmuş durumdalar. Gerçek bir duygusu, duygu derinliği bulunmayan, mütemadiyen sürüklenen geniş bir insanlık dünyası oluştu. Eski insanların nefis terbiyesi, gerçek zenginlik dedikleri şeyler de buharlaştı. Schopenhauer’in “aptal birinin sersem bilincinde yansıyan tüm görkem ve hazlar, sefil bir hapishanede Don Kişot’u yazan Cervantes’in bilinci karşısında çok yoksuldurlar” derken kastettiği şey... On altı yıl hapiste gökyüzünü görmemiş bir mahkûmun gökyüzünü tekrar görmesi gibi bir hissedişi bizler reddedemeyiz.
Eugene Ionesco’nun ne sınırlı ne de sınırsız bir evren tahayyül edememesine, düşünmeyi reddetmesine, yolun sonunda anlamsızlığa ulaşmasına savaştan önce karşı çıkmayabilirdim. Ama işte savaşın, esaretin ve yoksunluğun sonrasındaki o büyük hissedişi reddedemeyiz. O halde insanlık özgürlüğün hakiki algılanışına, duygunun derinliğine nasıl ulaşacak? Esarete düşmeden ulaşabilecek midir? En derinde veya yolun sonunda ulaşılacak ilke, bir arkhe olan saygıyla nasıl doğru bağları kuracak? Bunu hafife almamak gerekir. Yoksa hepimiz bugünlerde yine bir dünya savaşı tehlikesi olduğunu biliyoruz.