"Kötülük sıradanlaşırken, çaresizliğin sebebi gösteriliyor. Normalleştirilen de nerede duracağı kestirilemeyecek olan "bu mücadele yolunda her şeyin mübah sayılması".
Fransa’da 2018 yılında başlayan Sarı yelekliler hareketi yeni vergi planlamasına tepki olarak doğmuştu.
Kaza ya da arıza durumlarında reflektör görevi görmesi sebebiyle her araçta bulunması zorunlu olan sarı yelek, bir nevi “dikkat isyan” anlamı taşıyor. Orta sınıfın isyanı olarak başlayan bu süreç Fransa’daki kadar olmasa da bazı ülkelere sıçramıştı.
Olayın başlangıcı ise Jacline Mouraud adlı bir kadının Macron’a karşı “yeter artık” diye biten videosunun 6 milyon civarında izlenmesine dayanıyor. Kamyon sürücüsü Eric Drouet’le birlikte bu iki isim Fransa’da hem sosyal medyanın hem de televizyonun yıldızı olmuştu.
Pandemiyle başlayan süreçle birlikte sadece yaşadığımız sağlık krizini değil aynı zamanda günün sonunda yalnızlaşırken “dijital diktatörlüğe” gidip gitmeyeceğimizi tartışıyoruz. Sağlığımızı “korumak” adına gönüllü olarak temel hak ve özgürlüklerimizden vazgeçerken iş hayatımızdan sosyal ortamlarımıza, doğum günü kutlamalarımıza kadar her şeyi dijital platformlarımızdan telafi ediyoruz.
Hem pandemi, hem de Fransa’da yaşanan ve dijital dünyanın etkisi olan her türlü olağandışı durumun elbette bir altyapısı var, bu altyapı şimdi bile sistematik bir şekilde aşılanmaya devam ediyor. 2019 yılından bu yana film ve dizilerin çoğu “sınıfsal çatışma” konularını ele alıyor.
Komplo teorilerini vakit kaybı bulsam da aklıma düşen bu karpuz kabuğunu sorgulamaya çalışıyorum. 5. sezonu Eylül ayında çıkacağı duyurulan La casa de papel’i hatırlıyorum da ilk çıktığında ne çok ses getirmişti.
Kimse de olayın acayipliğini fark etmedi. İspanya Kraliyet Darphanesi’yle, Merkez Bankası soygunlarını gerçekleştiren hırsızlar “devrimci” olarak kabul gördü, tüm dünyada seyredenler bir nevi “soygunculara” sempati duymaya başladı. Anlayacağınız, her türlü kirli işe bulaşan kişilerin tarafı tutuldu. Olayın algı çalışmasında bir tuhaflık yok mu sizce de?
Geçen senenin Oscar ödüllü Parazit filmi de sınıfsal çatışmayı anlatıyor. Gerçekten güzel film. Sınıfsal farklılıkların nasıl bir umutsuzluğa dönüştüğü ve umutsuz havayı dağıtmak için ahlaki olmayan her türlü yolun mübah olduğunun sempatisi başarılı bir şekilde işleniyor. Ortada “sisteme” karşı bir “mücadele” mesajı var. Fakat bu “mücadelenin” illegale kayması da garipsenmiyor, aksine izleyici bu duruma belki de farkında olmadan destek veriyor.
Sebebi basit, sistem karşısında ezilen insanların normal yollarla mücadele edemeyeceği mutlaka “isyan etmesi” gerektiği işleniyor. Kötülük sıradanlaşırken, çaresizliğin sebebi gösteriliyor. Normalleştirilen de nerede duracağı kestirilemeyecek olan “bu mücadele yolunda her şeyin mübah sayılması”.
House of Cards dizisinde türlü tezgâhlarla ABD Başkanlığı’na gelen Frank Underwood’un dediği gibi “demokrasi abartılmış bir kavramdır” söylemi tüm dünyaya çeşitli yollarla aksettirilirken bir şekilde insanları demokrasi dışına itebilecek “isyanlara” teşvik ediyorlar.
Bunu da yaparken kendi ürettikleri o sistemi kötüleyerek yapıyorlar, demokrasi dışı yollarla o sistemi ancak “kötü insanlar olursanız yıkabilirsiniz” mesajını vererek...
Asıl mücadele edilecek olan da bu zihniyet işte.