İki hafta önce Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Mustafa Öztürk'e sosyal medyada bir linç kampanyası düzenlendi.

İki hafta önce Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Mustafa Öztürk’e sosyal medyada bir linç kampanyası düzenlendi. Netice itibarıyla Mustafa Öztürk de emekliliğini istemek zorunda kaldı. Bu köşede bundan yaklaşık iki sene önce 14 ve 18 Ocak 2019 tarihli “TARİHSELCİLİK TARTIŞMASI VE YENİÇERİ ZİHNİYETİ: BİR İKTİSADİ ANALİZ – I ve II” başlıklı yazılarımda Mustafa Öztürk Hoca’nın vahyin mahiyeti hakkındaki görüşlerine yönelik tartışmayı ele almıştım. Oradan bir alıntıyla başlayayım:

“…Tartışma konusu olan görüşleri ise iki noktada ortaya çıkmaktadır:

1. Kur’an-ı Kerim’in gerçek anlamını ve ayetlerin tafsilatlı yorumunu yapabilmek için her ayetin iniş sebebi ve zamanını, ayet indiğinde bunun sahabeler için ne anlam ifade ettiğini bilmemiz gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla, “Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerin 14 asır önceki bedevi Arap toplumunun değer yargılarını yansıttığı, o atmosfer içinde yetişmiş insanlara hitap eden bir içerik ve anlama sahip olduğu” görüşü savunulmaktadır.

2. Kur’an-ı Kerim’in vahyedilmesi ile alakalı olarak, “ayetlerin anlamının Peygamber Efendimiz’in kalbine indirildiği, ama o ayetlerin 14 asır önceki Kureyş Arapçası ile ifade edenin bizzat Peygamber Efendimiz’in kendisi olduğu” görüşü ileri sürülmektedir.

Benim kanaatimi hemen söyleyeyim: Birinci görüşe, yani “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinin sadece o dönemdeki bedevi Araplara hitap ettiği, bizim için bu ayetlerin nihai amacının çıkarılarak bugünkü şartlar içerisinde yeniden yorumlanması veya hiç kale alınmaması görüşüne” karşıyım. Çünkü bu Allah’ı ve onun kelamını zamanla sınırlamak olur. Kur’an “bütün zamanlar için ve bütün insanlara” gönderilmiştir. Bundan 10 bin yıl sonra da geçerli olacaktır. Ancak Kur’an Tefsirinde ayetlerin iniş sebebi, yeri ve zamanı, Peygamber Efendimiz’in bu ayetleri nasıl yorumladığı bilgisi de vazgeçilemez araç ve yöntemlerdendir. Belki bugün için bir gereksinim ifade etmeyen Kur’an hükümleri gelecekte anlamlı olacaktır. Allah-ül alem.

İkinci görüşe, yani “Kur’an-ı Kerim’in anlamının vahyedildiği ve onu Arapça ifade edenin Peygamberimiz olduğu görüşüne” şahsen katılmasam da, Hoca’nın dayandığı kaynaklar İmam-ı Azam’a, onun öğrencisi İmam-ı Muhammed’e ve İmam-ı Maturidi’ye dayanmaktadır. İslam tarihinde bu ve benzeri görüşleri savunanlar çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır. …“ (TARİHSELCİLİK TARTIŞMASI VE YENİÇERİ ZİHNİYETİ: BİR İKTİSADİ ANALİZ – I, DM DEMİRÖZ, YENİ BİRLİK, 14 Ocak 2019)

İki hafta önce yine bu meseleden dolayı ciddi bir twitter patlaması yaşandı. Alıntı yaptığım yazıda da belirttiğim gibi Mustafa Hoca’nın irticalen konuşurken bazı ifadeleri, Kur’an-ı Kerim’i hafife aldığı intibaı yaratmaktadır. Kendisine buradan bu konuda, biraz daha dikkatli olmasını da tavsiye etmiştim. Ne yazık ki, konuşmanın verdiği şehvetle Mustafa Hoca, daha kontrollü ifadeler kullanması gerekirken, biraz ipin ucunu kaçırdı. Bunun sonucu da bu linç hadisesi oldu. Hocanın ne kâfirliğini bıraktılar, ne deistliğini, ne de zındıklığını… Kafaya takkeyi geçiren, biraz da Kur’an Elifbasını Oflu Hoca tınısıyla okuyup “ayınları da çatlatabilen” kim varsa eleştiri bombardımanına katıldı. Mustafa Hoca’nın görüşlerine katılmasam da, ona bu şekilde muamele edilmesine kat’i şekilde karşıyım. Doğru olan Mustafa Hoca’nın canlı yayında karşısına çıkıp fikirlerinin yanlışlığını kanıtlamaktı. Ama bunun için bilgi, müktesebat ve ahlak gerekir. Ne yazık ki, bu linçi yapanlar bu üç özellikten de mahrumdur.

Linci yapanlar kimdi? Kamuoyunda “Ehl-i Sünnet” savunucusu olarak lanse edilen bazı cemaat temsilcileri ve bu cemaatlerin sosyal medyada dizginsiz bir şekilde onu bunu tehdit eden mensupları. Pekiyi, maksatları neydi? İşte, bütün işin bam teli de burasıdır. Maksatları şuydu: Hâkim oldukları piyasadaki paylarını ve kendi müşteri kitleleri üzerindeki yönlendirici güçlerini kaybetmemek. “Hocam, ne diyorsun Allah’ını seversen? Hiç cemaatin piyasası, piyasa payı ve müşteri kitlesi olur mu?” Olur, olur… Hem de bal gibi olur. Hatta “cemaatçilik sektörü tekelci rekabet piyasası şartlarında işler.”, dersek en uygunu olur. Nasıl mı? Anlatayım:

TEKELCİ REKABET PİYASASI VE ÜRÜN FARKLILAŞMASI

İktisat biliminde tekelci rekabet piyasası ürün farklılaşması durumunda ortaya çıkan bir piyasa yapısıdır. Ürün farklılaşması firmaların belli gelir ve beğeni düzeyindeki müşterileri hedef alarak ürünlerini diğer firmaların ürünlerinden farklılaştırmasıdır. Farklılaştırılmış ürünlerin resmi tescili de marka vasıtasıyla olur. Her bir firma hem kendi ürününü sattığı müşterileri elinde tutmak isterken, hem de diğer firmaların müşterilerine sahip olmak ister. Bu yüzden ürünün fiziki olarak farklılaşması bir yana, aynı zamanda, tüketicilerin algı düzeyinde de ürünün farklı olduğu intibaının yaratılması gerekir. Bu iş ne ile olur: Reklamla… Dolayısıyla çok sayıda birbirinden farklılaştırılmış ürün üreten firmanın reklam ve tanıtım harcamaları yoluyla birbirlerinin müşterilerini çalmak için rekabet ettikleri piyasa tekelci rekabet piyasasıdır. Ürün farklı gelir gruplarına göre, farklı tercih ve beğenilere göre, tüketicilerin ikametgâhına göre farklılaşabilir.

CEMAATLERİN SEKTÖR PAYLAŞIMI

Daha önce birçok yazımda belirttiğim gibi 20’inci yüzyıl Türkiye’sinin hızlı ve çarpık kentleşme ve sanayileşme süreci büyük şehirleri adeta birbirine yamanmış Anadolu kasabalarından mürekkep alacalı bir yapı haline getirmiştir. Kasabalardan göçen işsiz güçsüz, tahsilsiz, “Ne iş olsa yaparım, abi!” diyen insanlar çoğunlukla hemşehri dernekleri ve cemaat yapıları içinde örgütlenmişlerdir. Bu cemaat yapıları klasik tasavvuf geleneğinin sadece ismini taşımakta, esas olarak da bir güven ve aidiyet duygusu verdikleri bu çaresiz insan gruplarını servet ve güç biriktirme aracı olarak yedeklemekteydiler. Geleneksel sağ siyaset de, bu gruplara destek vererek çok az zahmetle oy depolarına kavuşmaktaydı. 21’inci yüzyılın ilk yirmi yılında, karşımızda amorf bir yapı oluştu:

- Tasavvuf yolundayız deyip masivadan/yalan dünyadan kopmak yerine yalan dünyaya sahip olmayı amaçlayan,

- Servet – şöhret – şehvet aşkıyla her türlü işin içine giren,

- Ehl-i Sünnet’iz deyip Ehl-i Sünnet’le hiç alakası olmayan selefi görüşleri savunan,

- Osmanlı torunuyuz deyip Osmanlı kültürünün oluşturduğu ince beğenili zarif şehirli insanın yerine kaba, eğitimsiz ve cahil kasabalı insanı ikame eden,

bir topluluklar grubu…

Bu cemaat yapıları her biri farklı özellikteki vatandaş gruplarını hedef aldılar: Bazıları gelir grubuna göre, bazıları bölgesel farklılıklara göre, bazıları da siyasi görüşlere göre farklı kitleleri belirlediler. Bunlar arasında İstanbul Fatih’in en fakir ve çoğunlukla Karadeniz kökenli insanlarını müşteri edinen aşırı muhafazakâr cemaatler kadar, Erenköy’ün, Bağdat Caddesi’nin zenginlerine de hitap eden cemaatler vardır. Hatta biraz yelpazeyi geniş tutarsak Atatürkçü emekli hâkim ve paşalara hitap eden sahte peygamber toplulukları ve uzaylı tarikatları da bulunmaktadır. Bunların hiçbiri birbirinin tavuğuna kış demez, herkesin müşteri kitlesi belirlidir. Ancak bu cemaatler konsorsiyumunun belli ortak kaynakları vardır: Kitlelerin dini bilgi yetersizliği ve dini bilgiye açlığı, diyanetin fazla bürokratik ilahiyat fakültelerinin de fazla akademik kurumlar olması, Osmanlı geleneğinden gelen silsilesi sahih tarikatların Cumhuriyet döneminde yasaklanması. Eğer insanların dini bilgi ihtiyacını karşılayabilecekleri imkânları olsa, büyükşehirde kendi varlıklarını emekleri ile koruyabilecekleri bir sosyal devlet düzeni olsa ve çarpık bir Batılılaşma ve kentleşme süreci yaşanmasa bu cemaatlerin yaşaması mümkün olmazdı.

Tam bu aşamada, bu piyasanın sahibi olan cemaatler cehalet ve çaresizlik sebebiyle kendilerine gelen kitlelere hurafeleri pazarlarken, Mustafa Öztürk ve benzeri bazı Hocalar vatandaşa “Bu malların hepsi hileli, size din diye hurafe satıyorlar!” deyince, işleyen tekere çomak sokmuş durumunda kalıyorlar. İşin içinde dünyevi iktidar, servet ve şöhret var. Piyasada büyük paralar dönüyor. Adamlar bu işin bozulmasına müsaade ederler mi? Tabii ki etmezler, etmediler de…

İşin doğrusu her zaman aynıdır: Fikirle mücadele yine fikirle olur. Ben aynı ilkeyi kendilerine “Barış Akademisyeni” diyen imzacılar için de savunuyorum. Mustafa Hoca’nın görüşlerinden dolayı aforoz edilmesi değil, kamuoyu önünde görüşlerinin yanlış olduğunun ispat edilmesi gerekirdi. İmzacı Hocaların da, aynı şekilde, üniversiteden atılmaları değil, kamuoyunda görüşlerinin ne kadar yanlış olduğunun ispat edilmesi doğru olandı.

Son Söz: Fikirden değil fikirsizlikten korkun.