Shawshank Redemption isminde bir film vardı gençlik zamanlarımızda. Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın başrollerini oynadığı bu hapishane filmi Türkçeye Esaretin Bedeli olarak çevrilmişti.
Gerilim türünün usta kalemlerinden Stephen King’in eserinden beyaz perdeye uyarlanmıştı. Bazı filmlerin yeniden izlenme zamanı gelir bir kuşak daha sonra. Esaretin Bedeli de çeyrek asır sonra yeniden izlenmeye başladı. Bu defa bir farkla: Tiyatro sahnesinde de sergilenmeye başladı. Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sergilenen oyuna giden büyük kızım ve arkadaşı sahnelenen eseri büyük bir hayranlıkla izlemişler. Özellikle Kerem Alışık’ın oyunculuğunu çok beğenmişler. Acıklı sahnelerinden birinin detayını hatırlayamayınca kendilerine yardımcı oldum. Tekrar tekrar izlediğim bir film olduğundan değil de etkileyici olduğu için zihnime kazınmıştı sahneler. Sadece bir hapishane filmi değildi kuşkusuz. İnsan ruhunun derinlerine nüfuz eden esaretlerimiz için kendimize ayna tutuyordu. Esaret denilen yerde ruhun özgürlüğe kavuşmasının da kısa bir özetiydi film. Sanırım sonunu bilmemize rağmen yeniden izleme ihtiyacı hissedilmesinin sebebi de bu.
Tiyatroyu sahnede bırakıp başka bir yere geçmek istiyorum. İş hayatındaki esaretlerimize. Financial Times gazetesindeki meslektaşlarımızdan Jo Ellison, ofisten uzak geçen zamanın kendini nasıl canavara dönüştürdüğünü itiraf eden bir yazı kaleme aldı. Moda konusunda yazan Ellison, birçok kişinin özgürlük olarak kabul ettiği uzaktan çalışma serüveninde yaşadıklarını kaleme almış. Ofis ortamının iletişim süreçlerinden kurtulmak pek çok kişiye özgürleştirici gelebilir. Ancak Jo Ellison bu süreci başka bir pranganın varlığı olarak kabul ediyor. Ona göre dijital araçlarla ikame edilen bağlar insani iletişimden çok daha yorucu ve insanı fıtratı dışına taşıyan yan etkilere sahip.
Gerçekten de iletişim araçlarıyla kurmaya çalıştığımız iletişimin bizi iletişimsizlik girdabına soktuğu anları sıklıkla yaşamaya başladık. Duygudan uzak bildirimler, direktif kokan mesajlar yüz yüze kolaylıkla çözebileceğimiz birçok meseleyi içinden çıkılmaz hale sokuyor. Evet gönderdiğimiz elektronik postalar okunmuyor ve mesajlar da haddinden fazla karmaşa içeriyor. Sel halini alan bilgi notları da iletişim kurma yöntemi değil. Biz en iyisi yeniden Esaretin Bedeli’ne dönelim. Filmde Andy Dufresne (Tim Robbins) dışarıda mutlu olduğunu düşündüğü bir hayat sürüyordu. Ancak insanların gerçek yüzleriyle karşılaşması için Shawshank Hapishanesi’nde zaman geçirmesi gerekti. Morgan Freeman’ın filmdeki veciz ifadesiyle, insan önce duvarları yadırgıyor, sonra alışıyor ve nihayetinde onlar olmadan hayatını devam ettiremez hale geliyor.
Modern insanın özgürlük anlayışı farklı hapishanelerde vakit geçirmekten ibaret. İçine düşmekten mutluluk duyduğumuz konforlu zindanlarda hayatımızı tüketiyoruz. Birbirimizi dinlediğimiz anlarda bu esaretlerde kurtulabiliriz. Mesajları ilettiğimizde değil kalplere hitap ettiğimizde bir yerlere ulaşmaya başlayabiliriz. Bunun için de insani temaslarımızı minimuma indirdiğimiz dijital hapishanelerimizden çıkmamız gerekiyor. Bunu hissettiğimiz için Esaretin Bedelini televizyonda ya da tiyatroda izlerken kendimize ayna tutmuş oluyoruz.
Özgürlük adına kaçtığımız insani ilişkilerin arkasında esaretin bedelini ağır şekilde ödüyoruz. Filmden farklı olarak bu hapishanelerden çıkıp gitmek gibi bir kaygımız bile olmuyor. Sadece aynaya baktığımızda gördüğümüz kişinin bir canavar olduğunu fark edip irkiliyoruz.