Sultan III. Ahmed Han, Sultan IV. Mehmed'in (1648-1687) ortanca oğlu olup 31 Haziran 1673 tarihinde Topkapı Sarayı'nda dünyaya gelmiştir.
Sultan III. Ahmed’in Şehzadelik Dönemi
Ağabeyi Sultan II. Mustafa’nın (1695-1703) anne bir öz kardeşi olan Ahmed Han’ın da validesi, Osmanlı tarihindeki büyük valide sultanlardan Emetullah Râbi'a Gülnûş Sultan’dır.
Şehzade Ahmed, babasının saltanatı döneminde ilk eğitimini Topkapı Sarayı’nda almıştı. 1687’de babasının tahttan indirilmesinden sonra iki amcası ve ağabeyinin saltanatları boyunca geçen 16 yıllık sürede, gâh Topkapı Sarayı’nda gâh da bu dönem padişahlarının genellikle kullandığı Edirne Sarayı’nda kendisine tahsis edilen dairesinde bireysel eğitimiyle meşgul olmuştu. Dönemin ileri gelen hocalarından eğitim aldığı ve kısmen serbest bir şehzadelik hayatı yaşadığı için tahsil seviyesi birçok açıdan yüksek bir padişah adayı idi.
Saltanatının Başlangıcı ve İlk Yılları
1703 senesinde, İstanbul’dan Edirne üzerine ordu birliklerinin yürüyüşe geçmesi sonucu ortaya çıkan Edirne Vakası neticesinde, ağabeyi Sultan II. Mustafa’nın tahttan indirilmesini müteakip hanedanın tahta geçme usulü olan “Ekber ve Erşed” sistemi mucibince 22 Ağustos 1703’te, 30 yaşında iken Osmanlı tahtına cülus eylemiştir.
Edirne Sarayı’nda icra edilen cülus merasimiyle tahta çıkan padişah, ilk olarak Edirne Vak’ası nedeniyle başlayan isyanın etkileriyle uğraştı. Asilerin isteğiyle Kavanoz Ahmed Paşa’yı sadrazam ilan ettikten sonra, Sultan II. Mustafa döneminde atama gören kişileri vazifeden aldı ve Edirne Beyazıd Camii’nde namaz kıldıktan sonra askerlere cülus bahşişinin dağıtılması emrini verdi. Tüm asiler yatıştırıldıktan ve gerekli önlemleri aldıktan sonra ise İstanbul’a hareket etti. Bu sırada ağabeyi Sultan II. Mustafa ve şehzadeleri de Edirne Sarayı’nda müşahede altında bırakıldı.
1703 yılı Eylül ayı ortalarında İstanbul’a gelen Sultan III. Ahmed, çıkış yeri İstanbul olan isyanın kalıntılarıyla uğraştı ve disiplinleri bozulan yeniçeri, sipahi ve cebecilerin bir düzen altına alınmasıyla meşgul oldu. Bu icraatından sonra en önemli iş olarak gördüğü mali ve idari ıslahatların başlatılması talimatını verdi. İsyancıların isteğiyle tayin ettiği sadrazamını da azleden Sultan Ahmed, daha sonra tayin ettiği Çorlulu Ali Paşa ile ıslahatlarını sürdürdü. Bu bakımdan Sultan III. Ahmed’in saltanatının ilk yılları, uzun yıllardır devam eden savaştan sonra memleketin sıkıntılı meselelerinin düzene konulmaya çalışmasıyla geçti.
Ruslara Karşı Prut Seferi
Tahta çıktığında Osmanlı sınırlarının kuzeyinde başlayan İsveç-Rusya arasındaki savaşa dahil olmayan ve barış dönemi arzu eden Sultan III. Ahmed, bu politikasını sürdürmek isterken olağanüstü bir gelişme yaşandı.
Rus Çarı Petro’ya mağlûp olan İsveç Kralı XII. Şarl (Demirbaş Şarl) padişahın haberi olmaksızın Sadrazam Çorlulu Ali Paşa’nın aracılığı ile Haziran 1709’da Osmanlı Devleti’ne sığındı. Bu durum, 1700 İstanbul Antlaşması ile aralarındaki savaşı kesen Rusya ve Osmanlı Devletleri arasında yeniden savaşa yol açacaktı.
Rusya’nın Osmanlı üzerine saldırgan ve Eflak-Boğdan üzerine kışkırtıcı emellerinin bir sonucu olarak İsveç Kralını da bahane ederek Osmanlı topraklarına saldırmasına karşı Sultan III. Ahmed, Rusya’ya savaş ilan etti. Osmanlı Ordusu’na hazırlık emri verildi ve Baltacı Mehmed Paşa, Serdar-ı Ekrem tayin edildi. İkmal, lojistik, cephane, mühimmat vd. hazırlıklarını tamamlayan Baltacı Mehmed Paşa idaresindeki Osmanlı Ordusu, İstanbul’dan hareketle kuzeye doğru ilerledi. Kırım kuvvetleriyle birleşildikten sonra Prut nehri üzerinde Falcı mevkiinde Çar Petro kumandasındaki Rus ordusu ile karşılaşıldı. 60.000 civarındaki Rus Ordusu, stratejik bir manevra ile tamamen Osmanlı birlikleri tarafından kuşatılarak imha tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Kesin bir Osmanlı zaferi olarak nitelenebilecek bu savaş; Rusya’nın barış istemesi ve Baltacı Mehmed Paşa’nın da ordudaki disiplinsizlik ve Rusları imha ederken kendi ordusunun da ağır insan kaybına uğrayacağını düşündüğü için barış isteğini kabul etmesiyle nihayet buldu. Baltacı Mehmed Paşa ile Çar’ın karısı Çariçe Katerina hakkında üretilen iddialar ise şehir efsanelerinden ibaret olup gerçeklikle alakası yoktu. Akabinde 23 Temmuz 1711’de imzalanan Prut Antlaşması imzalandı.
Buna göre Osmanlı Devleti, 1700 İstanbul Antlaşması’nda Ruslar’a bıraktığı Azak ve çevresini geri aldı. Ruslar, aman dilerken ve antlaşma yapılması için yüklü miktarda fidye ödemek mecburiyetinde kaldılar. Rusların İstanbul’da sürekli elçi bulundurma hakları da iptal edildi. Fakat Rusların, imha edilmekten kurtulduktan sonra antlaşma maddelerini uygulama konusunda ikiyüzlü davranmaları, yeniden Rus Seferi için hazırlıklara başlanmasına sebebiyet verdi. Sultan III. Ahmed’in hazırlıklara nezaret etmek üzere Edirne’ye gitmesi, Rusların yeniden bir elçi göndererek barış istemelerini sağladı.
Batı Cephesi’nde Avusturya ve Venedik’e Karşı Savaş
1699 Karlofça ve 1700 İstanbul Antlaşması ile Kutsal Haçlı İttifakına karşı önemli bir toprak kaybı yaşayan Osmanlı Devleti için, 1711 Prut Seferi sonucu Rusya’ya kaptırdığı toprakları geri alınca; aynı düşünce diğer kaybettiği topraklar için de belirdi.
Bilhassa Osmanlı Donanması’nın Ege’den Akdeniz’e açılması sırasında Mora Yarımadasının Venedik’in elinde olması ve zaman zaman Osmanlı ticaret gemilerinin Venediklilerce desteklenen korsanlar tarafından saldırıya uğraması; Osmanlı Devleti’nin Venedik’e savaş ilan etmesine sebep oldu. Üstelik Venedik idaresi altında adaletsiz ve zulüm dolu bir yönetimle karşılaşan Mora’daki Müslüman ve Rum ahali, sürekli Osmanlı’dan yardım istemekteydi. Yine Karadağ bölgesinde Venedik destekli isyan çıkması; Karlofça Antlaşması’nın bozulması için yeterliydi.
Bu savaş için Serdar-ı Ekrem tayin edilen Sadrazam Silahtar Ali Paşa, Aralık 1714’te İstanbul’dan sefere çıktı. Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa ise Donanma komutanı olarak sefere dahil oldu. Sultan III. Ahmed’in Edirne’ye kadar gelerek ordusuna moral verdiği harekât, Osmanlı birliklerinin Teselya hattından Mora’ya inerek Venedik hâkimiyetine geçen eski topraklarını almasıyla devam etti. Donanma ise ilk olarak Sultan II. Bayezid döneminde alınan ve 20 sene evvel Venedikliler tarafından işgal edilen Modon, Koron ve Navarin’i yeniden fethetti. İyon Denizi’ndeki adaların da fethine de başlandıysa da Kanuni döneminde de fethedilemeyen Korfu’nun kuşatması bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandı.
1715 yılı Eylül ayına kadar Osmanlı Ordusu, karada Silahtar Ali Paşa komutasında bugünkü Yunanistan topraklarını tekrar fethederek kontrolü sağladı. Müttefiki Venedik’in ağır mağlubiyetler yaşaması üzerine Karlofça Antlaşması’nın garantörü sıfatıyla Avusturya da savaşa dahil oldu ve Osmanlı Ordusu Batı’da iki cephede birden savaşmaya başladı.
Avusturya birliklerinin Osmanlı sınırlarına saldırması üzerine Mora Fatihi Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Silahtar Ali Paşa, Avusturya Cephesi’ne yöneldi ve Belgrad’a ulaştı. Bu sırada 80.000 civarındaki mevcuduyla Avusturya Ordusu, Prens Eguen idaresinde Novi Sad/ Petervaradin’e ilerleyince Osmanlı Ordusu da buraya yöneldi.
5 Ağustos 1716’da meydana gelen Petervaradin Savaşı’nda Osmanlı Ordusu sayıca daha kalabalıktı. Nitekim savaşın başında üstünlük Osmanlı birliklerinde iken Avusturyalıların taktik hamleleri ve ateşli silah gücüyle Osmanlı askerlerini vurmaları, savaşın seyrini değiştirdi. Bu sırada ordu komutanı Serdar-ı Erkem ve Sadrazam Silahtar Ali Paşa’nın şehit düşmesi, büyük bir bozguna yola açtı. Savaşı kaybeden Osmanlı birlikleri, bozgun halinde Belgrad’a geri çekildi ve Silahtar Ali Paşa’nın naaşı, Belgrad Kalesi’nde defnedildi. (Belgrad’daki Silahtar Ali Paşa türbesi, bugün hala Sırbistan’da varlığını koruyan Osmanlı eserlerden bir tanesidir.)
Avusturya Ordusu, bu galibiyet üzerine takviye birliklerle iki kol halinde Osmanlı garnizonlarına saldırıya geçti. Birliklerin biri Belgrad’ı, diğeri ise Tımışvar’ı kuşattı. 1716 yılı sonlarında Tımışvar ve 1717 yılı Ağustos ayında da Belgrad Osmanlı idaresinden çıktı.
Bu süreçte Sultan III. Ahmed, Edirne’ye hatta Sofya’ya kadar gelerek cephedeki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışmış; fakat atadığı yeni sadrazam ve serdarlar başarı sağlayamamıştı. Bosna ve Vidin’deki kısmi Osmanlı başarıları ise büyük kayıpları telafi etmeye yetmemişti.
Bunun üzerine diplomasiye önem veren bir şahsiyet olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, 1718 senesinde sadarete getirildi ve arabulucular sayesinde sulh istendi.
Pasarofça Antlaşması ve Savaşın Sona Ermesi
Hollanda ve İngiltere’nin Karlofça’daki gibi arabuluculuk yapması ile savaşan devlet temsilcilerinin katıldığı sulh görüşmelerinde Osmanlı Devleti’ni, İkinci Defterdar Silahtar İbrahim Efendi temsil etti. Çok taraflı ve çetin bir şekilde yapılan müzakereler sonucunda Avusturya ile 21, Venedik ile 26 maddelik uzlaşama sağlanarak 21 Temmuz 1718’de Pasarofça Antlaşması imzalandı.
Böylece Osmanlı Ordusu 1714 yılı sonunda başladığı savaşı, Mayıs 1718’de sonlandırdı. 3 buçuk yıllık savaş süresince Karlofça Antlaşması ile Venedik’e kaybettiği toprakları geri kazanan Osmanlı Devleti, Avusturya’nın 1716’da savaşa dâhil olmasıyla Belgrad ve Tımışvar Eyaleti’ni de kaybetti. Böylece Batı’daki toprak kayıpları, Karlofça’nın da çok ötesine geçmiş oldu.
Antlaşma maddelerine bakıldığında ortaya çıkan durum şu şekilde ifade edilebilir:
- Osmanlı Devleti, Belgrad ve hâkimiyetindeki son Macar toprağı olan Tımışvar Eyaleti’nin Avusturya’ya geçtiğini kabul etti.
- Venedik ise Osmanlı Ordusu’nun geri aldığı Mora Yarımadası ve diğer adaların Osmanlı’ya aidiyetini kabul etti.
- İki ülke arasında, savaş dolayısıyla ortaya çıkan bazı meseleler ile sosyal, ekonomik vd. muhtelif konulara ilişkin mutabakata varıldı.
Osmanlı Devleti’nin Karlofça’dan sonra hem toprak kazanıp hem de toprak kaybettiği bir antlaşma olan Pasarofça Antlaşması; bilhassa Osmanlı Ordusu’nun gücünün ciddi anlamda gözden geçirilmesi gerektiğine dair ihtiyacı net olarak ortaya koydu. Zira yaklaşık 300 yıl boyunca çoğunlukla kesin ve büyük zaferler kazandığı Batı Ordularına karşı zafer kazanmakta güçlük çeken ve hatta ağır yenilgiler alan bir ordu ile karşı karşıya kalınmış; bu durum toprak kayıplarının artmasına neden olmuştu.
Lale Devri Hakkında
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın 1718-1730 yılları arasındaki sadrazamlık dönemine denk gelen Lale Devri, bolca lale ekimi ve lale bahçeleri yapılmasıyla ünlenmiş ve sonraki yıllarda Yahya Kemal tarafından “Lale Devri” adlandırılmıştır.
Bu dönemde estetik mimari yapıların inşası, edebiyat, sanat ve kültür alanındaki gelişmeler, batıyı tanıma ve kısmi ıslahatların başlaması gibi birçok farklı faaliyet aynı anda olma vuku bulmuştur.
Lala Devri olarak tanımlanarak literatüre geçen bu dönemde, İstanbul’un birçok yerinde yalı, köşk ve konaklar inşa edilmiştir. Bilhassa Kağıthane/Sadabad ve Ortaköy/Çırağan bölgeleri, yalıları ve mesire alanlarıyla ünlenmiştir. Sadabad ve Çırağan akşamları ve sohbetleri de dönemin üst düzey devlet ricali arasında yaygınlaşmıştır. Nitekim Padişah, Sadrazam ve Kubbe Vezirleri bu sohbetlere katılmış veya ev sahipliği yapmışlardır. Nedim gibi şairlerin en meşhur oldukları dönem de Lale Devri’dir.
Şark Cephesi’nde Savaş Başlıyor / İran Seferi
Osmanlı Devleti ile Safeviler arasında, Sultan IV. Murad döneminde akdedilen 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan beri küçük çaplı çatışmalar dışında iki devlet arasında herhangi bir savaş vuku bulmamıştı.
Fakat 1720’den itibaren İran’da ortaya çıkan iç karışıklıklar, Rusya’nın Hazar Denizi’ne ve İran’a doğru inmek istemesi, ahalisi Sünni olan Şirvan halkının (Kuzey Azerbaycan’ın) Osmanlı’dan yardım istemesi gibi sebepler, Osmanlı Devleti’nin menfaatleri gereği yeniden bir Şark Seferi’ne yönelmesini sağladı. Böylece tam 84 yıl sonra Osmanlı Devleti, ordularını Şark Cephesi’ne yönlendirdi ve iki devlet arasında fiili savaş 1723 senesinde başladı.
Osmanlı’nın doğu serhaddindeki beylerbeyleri, merkezi ordunun takviyesi ve hazırlıklarının tamamlamasının ardından hızlı bir harekâtla Safevi vilayetlerini ele geçirmeye başladılar. Bu sırada Osmanlı Ordusu’nun Bakü yönündeki askeri harekâtı karşısında Ruslarla karşı karşıya gelinmiş ve Fransız elçisinin araya girmesiyle bir barış yapılmıştı. Bunun neticesinde 23 Haziran 1724’te İstanbul’da “İran Mukavelenâmesi adı” verilen antlaşma ile Safevi şehirleri, Osmanlılar ve Ruslar arasında paylaşılarak aynı bölgeye harekât yapmama konusunda mutabık kalındı.
Neticede üç koldan Safevi topraklarına giren Osmanlı Orduları, 1723-1725 yılları arasında bugünkü Azerbaycan ve İran sınırlarında kalan Gence, Nahçıvan, Hoy, Revan, Merend, Tebriz, Selmas, Sîne, Kirmanşah, Nihâvend ve Hemedan’ı ele geçirdi. Safevi Şahı II. Tahmasb, Osmanlı fetihlerini tanıyan bir antlaşmayı kabul ettiyse de İran’da iç isyan sonucu taht/iktidar değişikliği oldu.
Nitekim Mîr Üveysoğulları’ndan Eşref Han, Şah II. Tahmasb’ı tahttan indirerek idareyi ele geçirdi ve Osmanlı ile protokolü hazırlanan antlaşma şartlarını kabul etmedi. Bunun üzerine, Kasım 1726’da Nihâvend civarında Osmanlı ordusu ile İran-Afgan kuvvetleri karşı karşıya geldi. Bu muharebede Osmanlı birlikleri mağlûp olmasına rağmen imzalanan 1727 Hemedan Antlaşması ile Osmanlı’nın ele geçirdiği Gence, Revan, Nahçıvan ve Tebriz gibi Azerbaycan şehirleri Osmanlı Devleti’ne katıldı. Kirmanşah, Nihâvend ve Hemedan ise İran’a geri verildi.
Gence, Revan, Nahçıvan ve Tebriz’in Osmanlı tarafından fethedilmesiyle birlikte, 1578’de Lala Mustafa Paşa komutasında başlayan büyük Şark Seferi’nden sonra Azerbaycan’ın önemli şehirleri tekrar Osmanlı hakimiyetine alınmış oldu. Fakat İran’daki iç karışıklıkların hat safhaya ulaşması o dereceye varmıştı ki, Hemedan Antlaşması uzun süreli olamadı. İran’da ortaya çıkan ve git gide nüfuz kazanan Nadir Şah, Tebriz ve çevre şehirleri ele geçirdi. Üstelik bu durumda Osmanlı Devleti için ortaya çıkan tarihi bir fırsat belki de Patrona Halil isyanı ile kaçmaktaydı.
Patrona Halil İsyanı ve Sultan III. Ahmed’in Tahttan İndirilmesi
Patrona Halil isyanının ortaya çıkış süreci, Sultan III. Ahmed’in emriyle İran Seferi’ne yeniden hazırlık yapıldığı dönemde olmuştu. Şüphesiz isyan bir anda ortaya çıkmış bir eylem değildi. Yıllardır özellikle Lale Devri olarak adlandırılan dönemde zevk ve sefahatin artması; israfın ortaya çıkması gibi sebepler, halk arasında söylenti ve dedikodulara sebep olmaktaydı. Bilhassa İstanbul’a vuku bulan göç, halkın vergilerden dolayı sıkıntı çekmesi, işsizlik ve piyasanın kötü olması karşısında saray ahalisi ve yöneticilerinin, tavır ve davranışlarına dikkat etmemesi, toplumsal hassasiyetlerin bu anlamda yumuşak bir zeminde olarak, manipülasyon ve algılara kanmasına sebep olmuştu.
İran seferlerindeki belirsizlik ve Tebriz’in Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kandırılması sebebiyle kaybedildiğine dair şayiaların ortaya çıkmasından rahatsızlık duyan ordu içeresindeki bazı askerler ve ulemayı iyice bilemişti. Bu söylentiler çapulculuğa adeta sebep arayan bazı işsiz, güçsüz grupları harekete geçirmek için yeterliydi.
Kısa sürede mevcut düzeni değiştirmek isteyen kişiler, askerler, halk ve esnaf nezdinde ayaklanma çıkartmak için fitne yaymaktaydılar. Nitekim bir Yeniçeri olan Patrona Halil ve yandaşları 25 Eylül 1730'da ayaklanmayı başlatmaya yeltenmiş; ancak halkın onlara katılmaması endişesiyle bu girişimlerinden vazgeçmişlerdi. İsyancılar, üç gün sonra bazı Yeniçeriler, esnaf ve ayak takımının katılımıyla yürüyüşe geçip hapishanedeki suçluları serbest bıraktılar. İsyan gitgide büyümeye ve İstanbul sokaklarını sarmaya başladı. Asiler saraya yürüyüşe geçmişti.
İsyan haberini aldığında Üsküdar/Haydarpaşa’da bulunan Sultan III. Ahmed, acilen Topkapı Sarayı’na geçmiş; fakat isyanın büyüdüğünü anlamıştı. Sarayın kuşatılması üzerine Sultan III. Ahmed isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. İsyancılar, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve 37 tane devlet adamlarının kelleleri istediler. Tahtının elden gideceğini gören padişah, damadı başta olmak üzere bilhassa rahatsızlık duyulan Nevşehirli İbrahim Paşa’nın vezir damatları; Kethüdâ Mehmed Paşa ve Kaptan-ı Deryâ Kaymak Mustafa Paşa’yı idam ederek asilere gönderdi. Fakat Patrona Halil önderliğinde asiler durmak bilmeyerek Topkapı Sarayı’na girdiler ve padişahın tahttan çekilmesini istediler.
Artık tahtta kalamayacağını anlayan Sultan III. Ahmed, kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildirdi ve 1 Ekim 1730 günü, yeğeni Şehzade Mahmut'u (Sultan I. Mahmud) çağırarak tahtı ona bıraktı. Sultan III. Ahmed’in yeğenine tahtı devrederken “Vezirine teslim olma, daima ahvalini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i deruğlarına itimad etme, merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; gayet tasarruf üzere ol; hala hazinelerde olan malı zayi etme; işi kendin gör, ele itimad etme. İşte benim ahvalim sana nasihat için kafidir. Oğlum; devlet işlerini baban Feyzullah Efendi'ye ve ben vezir-i azama bıraktığımdan bu haller başımıza geldi; sen bizzat idareyi ele al” nasihatini söylediği ifade edilmektedir.
Sultan III. Ahmed’in Tahttan İndirilmesi Vefatı ve Hakkında Değerlendirme
57 yaşında iken tahttan indirilen Sultan III. Ahmed, Topkapı Sarayı’nda kendisine tahsis edilen dairesinde yaşamaya devam etti. Bu süre zarfında bol bol ibadetle ve hat yazısıyla meşgul olan Sultan Ahmed, 63 yaşında olduğu sırada 24 Haziran 1736’da yaşında vefat etti. Naaşı, İstanbul Eminönü’ndeki Turhan Sultan türbesine, babası Sultan IV. Mehmed ve ağabeyi Sultan II. Mustafa’nın yanına defnedildi.
27 yıl padişahlık yapan Sultan III. Ahmed’in iki şehzadesi (Sultan III. Mustafa: 1757-1774 ve Sultan I. Abdülhamid: 1774-1779) Osmanlı tahtına çıkacaklardır.
Sultan III. Ahmed dönemi hem barış hem de dört farklı devletle (Rusya, Venedik, Avusturya, İran) yapılan savaşlar dönemi olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde gerek ilk köklü sosyo-kültürel ve iktisadi yeniliklerin yaşandığı bir devir olması; gerekse de batı menşeli olarak addedilebilecek bazı uygulamaların hayata geçirildiği bir dönem olması hasebiyle de enteresan ve çeşitli gelişmelerin yaşandığı tarihsel bir süreçtir.
Sultan III. Ahmed, uzun süren şehzadeliği döneminde kaliteli ve geniş perspektifte bir eğitim aldığı için yeniliklere açık bir padişahtı. Bilhassa 1718’den itibaren Nevşehirli Damat İbrahim Paşa öncülüğünde gerçekleştirilen pek çok yenilik ve ıslahata destek vermiş ve önünü açmıştır. Bu devirde ilk kez Fevkalade Elçi olarak Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Paris’e gönderilmiştir. Buradaki amaç batıdaki gelişmeleri takip etmek ve ıslahat hareketleriyle Osmanlı Devleti’ne ortaya çıkan yenilikleri uyarlamaktı. Nitekim Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris seyahatnamesi dönüşünde padişah ve sadrazama sunmuş olduğu detaylı rapor; Batılılaşma hareketlerinin fiilen başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Osmanlı Devleti ilk defa ciddi anlamda klasik anlayışından vazgeçerek batının üstün yönleri olduğunu kabul etmiş ve faydalı gelişmeleri kendi topraklarına uyarlamak istemiştir. Matbaanın resmi devlet eliyle kuruluşunun yanı sıra Türkçe kitapların basılmaya başlaması, konak, yalı, çeşme, cami vb. çeşitli imar faaliyetleri (bilhassa İstanbul’da Üsküdar, Sultanahmet, Tophane gibi yerlerde hala varlığını koruyan III. Ahmed Çeşmeleri sembol olmuştu), fabrikaların açılışı (kumaş fabrikası ve çini atölyesi), Tulumbacı ocağının (itfaiyenin) kuruluşu, karantina usulünün başlaması, Humbaracı ocağının ıslahı için Fransız asıllı Comte de Bonneval’in (Humbaracı Ahmed Paşa) İstanbul’a davet edilmesi belli başlıca uygulamalar olarak ifade edilebilir.
Sultan III. Ahmed, meşhur çeşme hayratlarının yanı sıra İstanbul’un muhtelif yerlerinde kütüphaneler, camiler, sıbyan mektepleri ve imarethaneler de yaptırmıştı. Bilhassa annesi Râbia Emetullah Gülnûş Sultan için Üsküdar’da inşa ettirdiği Yeni Vâlide Camii ve imarethanesi, padişahın günümüze ulaşan sembol eserlerinden bir tanesidir.
(Münir Aktepe, DİA, c.2, ss.34-38; Münir Aktepe, Patrona İsyanı (1730), Altınordu Yayınları, İstanbul 2016)