Ölüm son beş ayda üçüncü yakınımı alıyor benden.

Cuma günü…

Babaannemi koronavirüsten kaybedeli üç gün olmuştu.

Evdeydim, telefon çaldı, arayan Melih Altınok’tu.

“Sana kötü haber vereceğim” dedi.

Sonrasını ve ne tepki verdiğimi şu an bile hatırlamıyorum.

Markar Esayan’ı kaybetmiştik.

Apar topar Gayrettepe’de tedavi gördüğü hastaneye giderken ölümün artık benim için ne kadar sıradanlaştığını ve rutin bir hale geldiğini düşünüyordum.

Beş ay önce babamı kaybettiğimde hastalığından ötürü cenazeye gelemediği için Markar Abi’nin çok üzüldüğünü hatırlıyorum.

Babamın cenazesine gönderdiği çelengin üzerinde yazan ismini saklamışım, kaderin cilvesinden olacak cumartesi arabamın bagajında denk geldim.

Jerusalem kitabı ilk çıktığında “eşit, özgür ve adil bir ülke dileğiyle” adıma imzalamıştı.

Hayatının özellikle son zamanlarını çok sevdiği ülkesine adayarak geçirdi.

Eşit, özgür ve adil bir ülke için kendini hiçe sayarak mücadele verdi.

Türkiye’nin her gelişiminden büyük memnuniyet duyuyor, ülkesi sıkıntıya düştüğünde kendi sıkıntılarını bile içine atıp mücadelesine devam ediyordu.

Ne yalan söyleyeyim, kendinden çok yaşadığı ülkeyi seven böyle bir kişiyi hayatımda nadir tanıdım.

Ölüm son beş ayda üçüncü yakınımı alıyor benden.

Öyle ki artık hissizleştiğimi düşünüyorum, “hayatın akışı devam ediyor” gibi bilgece ukalalıklara tokum.

Hissizleşmek; ölümün zaten hayatın bir gerçeği olduğundan daha çok sanki “ölüm yasını” bile tutamayacak halde olmam da saklı.

O kadar doğal ve rutin geliyor son zamanlarda ölüm bana.

Ve zaten yalnızken daha da yalnızlaşıyor, hiç büyümek istemezken ışık hızında büyüyorum.

“Efendim Ekin’cim” diye telefon açanların sayısı azaldı Markar Abi’nin gidişiyle.

Her mesajımın sonunu “hastasıyız Markar’ın” diye bitirebileceğim bir kişi de yok artık.

O amansız, sinsi ve nankör hastalığına lanet etmekten başka da elimden bir şey gelmiyor.

Nazımı, huysuzluğumu ve bazen şımarıklığımı tebessümle karşılayan biriyle sonsuza dek vedalaşmanın hüznünü ve ağır umutsuzluğunu yaşıyorum.

Bir acının kederini yaşamadan başka bir acıyı yaşamanın gerçeği umutsuz olmaya itiyor beni.

Şimdi çıkıp gelse, “saçmalama Ekin’cim” diyeceğini adım gibi biliyorum.

Onu her seferinde hayata bağlayan, içine attığı üzüntülerden esprili bir insanı çıkaran da o umudu ve yaşama olan aşkıydı, biliyorum.

Sadece artık böyle zamanlarda ne yapılması, nasıl davranılması gerektiğini öğrenemiyorum bir türlü.

Ve en önemlisi çocuk kalmak istiyor, büyümek hiç istemiyorum.

Ölüm büyüklerin işi çünkü.

Önümde babamın cenazesine gönderdiği çiçeğin üzerinde siyah beyaz puntolarla yazan ismi var.

Onun yanında ise 2012 yılında adıma imzaladığı kitabın ilk sayfası.

Instagram’ında paylaştığı son kitap satırları gibi ne kadar haysiyetli ölünür diye sorulsa Markar Abi’nin adını verirdim hiç düşünmeden.

Uzun zamandır yazmıyordum…

Elimden başka bir iş gelmediği için ve oturup konuşabileceğim insanların sayısı birer birer azalırken yalnızlığın girdabında yazarak dertleşiyor, satırları sarılmak için kullanıyorum artık.

Hoşçakal Markar Abi…

Seni iyi ki tanımış, iyi ki kardeşin olmuşum.

Unutulmayacaksın.