Bugün de gelin hafta başından sonuna uluslararası gündemi meşgul eden gelişmeleri birbiriyle ilişkilendirerek yorumlayalım.
Bazı haftalar üst üste önemli gelişmeler yaşanır, öyle ki gündemi değerlendirmeniz istendiğinde tek bir konuya odaklanmanız beklenmez. Yorumlarına başvurulanlar bu tabiri bilecektir; tüm gelişmeleri birbirine bağlayan “ortaya karışık” bir yorum beklenir sizden. Bugün de gelin hafta başından sonuna uluslararası gündemi meşgul eden gelişmeleri birbiriyle ilişkilendirerek yorumlayalım.
Erdoğan’ın Katar ziyareti
Haftanın en önemli gelişmelerinden biri elbette Cumhurbaşkanımızın Katar ziyaretiydi. 2011 sonrası derinleşen jeopolitik kırılmada Türkiye ve Katar’ın yan yana kaldığı, Trump dönemi İran karşıtı, İsrail yanlısı politikaların bir uzantısı olarak yalnızlaştırılmaya çalışıldıkları ve bu iki gelişmenin doğal sonucu olarak da aralarındaki işbirliğinin gelişip derinleştiği biliniyor. Körfez içi bölünmenin 2017’de Katar ambargosu ile görünürlük kazandığı bu ortamda Ankara-Doha işbirliği şiddetli jeopolitik mücadelede karşı karşıya kalınan riskleri caydırıcı bir sigorta mekanizmasıydı aynı zamanda.
Körfez’de değişim
Bugüne geldiğimizde 2011 sonrası jeopolitik kırılmanın bulanıklaştığını görüyoruz. Yemen, Suriye ve Libya’da mücadele elbette bitmedi, taraflar arasındaki farklılıklar da devam ediyor ama bölge aktörlerinin mücadelesine önemli sınırlamalar bu 10 sene içerinde ortaya çıktı. En önemli sınırlama da büyük güçlerin doğrudan ya da dolaylı yollarla jeopolitik mücadelenin bir parçası olmaları. Dolayısıyla bugün bölgesel güçlerin hem bu jeopolitik mücadelenin parçası olmak dolayısıyla daha fazla kaybedecekleri şey var, hem de büyük güçlerin birbirlerini dengeleme ve sınırlama oyunu oynamaları bölgede kazanacaklar için doğal bir üs sınır koyuyor. Bu üst sınırın ötesini düşlemenin sonuçlarını hatırlamak için BAE ve Suudi Arabistan’ın Yemen ve Libya politikalarının nasıl sarpa sardığını, Trump’ın geri tepen İran politikasının bu ülkeleri nasıl zora soktuğunu anımsamak yeterli. Suudi Arabistan ARAMCO’nun vurulmasının şokunu zaten kolay kolay unutmayacaktır ama özellikle bugün Viyana görüşmeleri neticesiz kalırken ve İsrail blöf ya da gerçek Tahran’a karşı tek başına güç kullanma sinyalleri verirken Riyad için ARAMCO hezimetini hatırlamamak, Yemen’deki kazanamadığı savaşın ortaya çıkardığı güvensizliği göz ardı etmek mümkün değil. Öte yandan İsrail’in gelecekte tek taraflı olarak İran’a karşı neye cesaret edip etmeyeceği İbrahim Anlaşmalarını imzalayanları kara kara düşündürüyor olmalı. Özetle bugün 2011 sonrası ayrışmaları bulanıklaştıran başka bir jeopolitik söz konusu ve bu jeopolitik Türkiye, Katar, İran’a yönelik kutuplaştırıcı söylemin rafa kalkmasına neden oldu. Sene başında yapılan Al-Ula Anlaşmasının bir istisna değil, bu yeni dönemin başlangıcı olduğu da her geçen gün daha net görünüyor. BAE ve Suudi Arabistan’ın Ankara’ya ve Tahran’a sıcak mesajlar verdiği biliniyor. Riyad önemli bir adım atarak Katar’ı Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) toplantısına davet etti. Kısaca Körfez kendi içindeki ayrışmayı kurumsal zeminde de tamir etmek istiyor.
İlişkinin derinleşmesi
Geçtiğimiz hafta gerçekleşen 7. Yüksek Stratejik Komite toplantısı bu gelişmelerden hemen sonra gerçekleşen ilk Türkiye-Katar YSK toplantısı olması bakımından önemliydi. Ziyaret çerçevesinde çok geniş bir zeminde işbirliği anlaşmaları imzalanması uluslararası kamuoyuna bir mesaj niteliğinde de. Böylelikle Türkiye ve Katar değişen jeopolitik koşullara rağmen ilişkilerini caydırıcılığın ötesine taşıyabileceklerini gösteriyorlar. Aslında Körfez’in Ortadoğu-Akdeniz’de kurduğu işbirliklerini başka bölgelerde tekrarlayabilecekleri bir modelin ortaya çıkması düşü ilk kez kurulmuyor. Büyük ihtimalle de bu düşü en önce ve en çok kuran merkezlerden biri Brüksel’di. Ancak AB’nin bugün dikkatini dağıtan ve dermanını kesen başka meseleler var. Körfezdeki ülkeler AB’nin kafasını toplamasını bekleyemeyeceklerini çoktan gösterdiler. Dolayısıyla Türkiye-Katar ilişkilerinin güvenlik-güvence-caydırıcılık üçgeni dışında da gelişebileceği yeni bölge (örneğin Afrika, örneğin Afganistan) ve işlevsel işbirliği hatlarının olduğu bugünlerde Ankara ve Doha’nın niyet beyanı son derece önemli.
Doğu Akdeniz meselesi hatırlanıyor
Katar-Türkiye ilişkilerinin geleceği tartışılırken, özellikle bu Aralık ayının yaşanan sıcak bir gelişmeye de çok atıf yapıldı: Bilindiği üzere Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) tek taraflı olarak ilan ettiği sözde 5. Parseldeki hidrokarbon arama lisansına ilişkin Exxon-Mobil ve Katar Petrolleri şirketler ortaklığı ile Arama ve Üretim Paylaşımı sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme GKRY’nin Doğu Akdeniz’de gerilim yükselten, TC ve KKTC’nin deniz yetki alanlarından doğan hakları hiçe sayarak tek taraflı attığı adımlardan biri. GKRY’nin AB, ABD ve üçüncü tarafları Doğu Akdeniz meselesine taraf yaparak Türkiye ve KKTC’ye karşı psikolojik bir politik baskı stratejisi benimsediği de biliniyor. Bugünün karşılıklı bağımlılık dünyasında dostlarınızı başka alanlarda başkalarıyla işbirliği kurmaktan alıkoymanız, her meseleyi ideolojik bir mesele haline getirmeniz de mümkün değil. Dolayısıyla Doğu Akdeniz meselesi Türkiye için bir caydırıcılık ve maliyet gösterme alanı olmaya devam ediyor. Nitekim konuyla ilgili KKTC ve Türkiye Dış İşleri Bakanlıklarından benzer yönde açıklamalar geldi. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Sözcüsü Tanju Bilgiç, “Türkiye, hiçbir yabancı ülkenin, şirketin veya geminin deniz yetki alanlarında izinsiz olarak hidrokarbon arama faaliyetlerinde bulunmasına, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da asla fırsat vermeyecek, Türkiye’nin ve KKTC'nin haklarını kararlılıkla savunmaya devam edecektir." Açıklamalarında bulundu. Benzer bir sürecin ENI ile de yaşandığı da hatırlanacaktır. Türkiye’nin caydırıcılığı karşısında İtalyan şirket, “para kazanmak isteriz ama Doğu Akdeniz’de savaş da çıkartmak istemeyiz” minvalinde açıklamalarla Türkiye ve KKTC ile ihtilaflı faaliyetlerini askıya almıştı. Dolayısıyla Exxon-Mobil ve Katar Petrollerinin yatırımı da göle maya çalmanın ötesine gitmeyecektir.
ABD’nin isteksizliği ve Rusya’nın dişleri
Elbette ki şirketler ve devlet politikaları her zaman aynı zeminde bulunmayabilir ancak son yıllarda ABD’nin GKRY ve Yunanistan’ın ekmeğine yağ sürmek için göle maya çalmayı göze aldığını da görüyoruz. Trump ve Biden dönemi arasında Rusya’nın sınırlandırılması için Yunanistan’a destek sağlanması konusunda bir farklılık yok. Ancak bu konuda Yunanistan ve GKRY’nin Rusya’yı sınırlandırabilecek kapasiteye, insan kaynağına sahip olmadığını da hatırlayalım. Bu nedenle Atina’ya verilen destekte NATO vurgusu öne çıkartılıyor ve Güney Lefkoşa Türkiye ve KKTC karşıtı söylemi hala repertuvarında meşrulaştırma aracı olarak tutuyor. Ancak haftanın geri kalanında yaşanan üç gelişme Yunanistan ve GKRY’nin aldığı riskleri de gözler önüne seriyor. İlk gelişme Biden-Putin görüşmesinden çıkan hayal kırıklığı ile ilgili. ABD, Rusya’yı sınırlandırmakla ilgili doğrudan bir kırmızı çizgi çizememiş görünüyor. ABD’nin bu isteksizliğinin temel nedeninin aynı anda Asya ve Avrupa’da iki krize müdahale etmesinin getirebileceği maliyeti göze alamaması olduğu sıkça yazılıyor. 2014 sonrası Rusya ile siyasi ilişkilerini sürekli gerginlik üzerinden tanımlayanlar için müjdeli bir haber değil bu. Nitekim Kremlin sözcüsü Peskov’un bir Yunan televizyon kanalında Yunanistan’daki ABD askeri varlığından rahatsız duyduklarını söylemesi de bir gece aniden Bosna Sırp Cumhuriyeti Meclisi’nin adliye, güvenlik, maliye gibi egemenlik konularında Bosna Hersek Federal Hükümeti’nden çekilmeyi kabul etmesi de tesadüf değil. ABD’nin isteksizliği bir zorunluluk mu yoksa algının neticesi mi tartışılır ama Rusya diş gösterme fırsatını kaçırmıyor.