Pazartesi günkü yazımı bu satırlarla bitirmiştim.
“İşte 2000’li yıllardan itibaren karşımıza çıkan ve ilk dönem örneklerinden çok farklı olan yeni muhafazakârlık bu lümpen proletaryanın ideolojisidir. Özünde Cumhuriyet modernleşmesinin gerektirdiği yeni aile yapısı, yeni toplumsal normlar ve yeni zaman algısına karşı çok sert bir düşmanlık gösteren ama Cumhuriyetin modernleşmesinin getirdiği imkânlara, zenginleşme fırsatlarına balıklama atlayan bir muhafazakârlık tipi. Bu üst sınıfların ve seçkinlerin ideolojisi olan muhafazakârlıktan farklı, sanayi toplumunda yaşaması mümkün olmayan tarım toplumu değerlerini sera ortamında yaşatmayı hedefleyen amorf bir muhafazakârlıktı. Klasik gericilik sayılamazdı, çünkü Amish’ler veya Hasidikler gibi medeniyetin nimetlerini reddetmiyorlar aksine onları iştahla tüketiyorlardı. Klasik muhafazakârlık da değildi, çünkü bu kitlelerin ne din anlayışı, ne yemek ve sofra kültürü, ne sanat zevki ne de çalışma ahlâkı İstanbul’da en güzel şeklini bulmuş olan Osmanlı kültürüyle uzaktan yakından alakalıydı. Ben izninizle bu ideolojiyi “lümpen muhafazakârlık” olarak adlandıracağım. Cumartesi günü yukarıda bahsettiğim lümpen proletaryanın sanatçısı, filozofu ve ideoloğu olmayan ideolojisi “lümpen muhafazakârlığı” anlatmaya çalışacağım.”
Pazartesi günkü yazımı bu satırlarla bitirmiştim. Günümüzde kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayan kitlelerin temeli lümpen proletaryaya dayanmaktaydı. İlk önce bunu tanımlayacağım. Sonra bu kitlelerin hayata bakışlarındaki temel düsturları inceleyeceğim: kasaba yaşam tarzının şehirde devamı, kuralsızlığın yüceltilmesi, üretim yerine ranta ve yağmaya dayanan ekonomi, ahlâka değinmeyen bir zâhiri din anlayışı, emeğe değil imtiyaz ve kayırmacılığa dayanan kariyer planı. Takiben bu kitleleri temsil etme iddiasındaki siyasilerin sağ popülist politikalarına değinip bunların dayandığı sözde entelektüel katman olan “liberal solcularla” tamamlayacağım. Haydi başlayalım.
LÜMPEN PROLETARYA NEDİR?
Marksist teoride lümpen proletarya, sınıf bilincinden yoksun alt sınıftır. Karl Marx ve Friedrich Engels bu sözcüğü 1840'larda icat ettiler ve onu, özellikle 1848 devrimleri bağlamında, gerici ve karşı-devrimci güçler tarafından sömürülen, toplumun düşüncesiz alt katmanlarına atıfta bulunmak için kullandılar. Lümpen proletaryanın devrimci potansiyelini göz ardı edip onu proletaryayla karşılaştırdılar. Diğer gruplar arasında suçlular, serseriler ve fahişeler genellikle bu kategoriye dahil edilir.
“American Heritage Dictionary of the English Language / İngiliz Dilinin Amerikan Mirası Sözlüğü” lümpen proletaryayı "proletaryanın en alt tabakası" olarak tanımlar. Yukarıda yazdığım gibi orijinal olarak Marksist teoride proletaryanın (yani işçi sınıfının) sınıf bilinci olmayan üyelerini, ilâveten suçluları, serserileri ve işsizleri, genel olarak da kendi kolektif çıkarlarının bilincinde olmayan alt sınıftan insanları tanımlamak için kullanıldı. Modern kullanımda, genellikle kronik işsizleri, evsizleri ve kariyer suçlularını da içerecek şekilde tanımlanır. Örneğin ABD Komünist Partisi'nin web sitesi bunu şu şekilde tanımlıyor:
“Genellikle ekonomiye olumlu katkısı olmayan istihdam edilemez (unemployable) kişilerdir. Bazen kapitalist toplumun en alt katmanı olarak tanımlanırlar. Kavram suçlu ve akli dengesi yerinde olmayan kişileri de içerebilir. Bazı aktivistler onları ‘en radikal’ olarak görmektedir çünkü onların ‘en çok sömürüldüğünü ancak örgütlenemediklerini iddia ederler.’ Bu yüzden lümpen proletaryanın sınıf mücadelesinde ilerici bir rol üstlenmek yerine ücretli ajanlar olarak hareket etme olasılıkları daha yüksek.”
Yani farklı tanımlarda şu ortak özelliklere rastlanıyor: Toplumun en alt katmanlarındaki üretkenliği düşük, eğitimsiz ve mesleksiz insanlar. Bunlara ek olarak suç ekonomisinin içindeki kesimler de dahil edilmektedir. Pekiyi ya bizim lümpen proletaryamız, onların özelliği nelerdir? Bizim lümpen proletaryamız kapitalist sömürüden çok ikili ekonomi yapısından kaynaklanmaktadır. Osmanlı’dan bakiye tarım toplumunun yanında hızla sanayileşen Türk ekonomisinde bir de sanayi ekonomisi gelişti. Sermaye birikimi ve şehirlileşme onu takip etmesi gereken yaşam tarzı değişiminden çok hızlı gerçekleşti. Tarım alanları ve kasabalar hızla boşalıp buradaki insanlar şehre sökün ettiklerinde bu insanları sanayi ekonomisine ve şehir hayatına entegre edecek bir mekanizma da yoktu. Dolayısıyla bu insanlarımız tarımdan sanayiye geçiş sürecinde üretkenliği düşük (hatta bazı örneklerde üretkenliği hiç olmayan), şehir hayatına uyumlu bir eğitimden geçmemiş ve kendi çocuklarını da bu eğitime sokmak istemeyen ve sanayi toplumunun ihtiyaç duyduğu uzmanlaşmaya sahip olmayan mesleksiz insanlardı. Bir insan hayatını üretimle sağlayamazsa ve kim olduğunu mesleğine (yani emeğine) dayandıramazsa bir sınıf bilinci de olmaz. Batıdaki örneklerinden farklı olarak bu insanlarımız örgütlenebildiler. Bu başarının sırrı tarım toplumundan sahip oldukları aidiyetlerinde gizlidir. Bunlar etnik (aşiret mensubiyeti), dini (tarikat veya mezhep mensubiyeti) veya yerel (hemşerilik ilişkileri) aidiyetlerdir. Bu aidiyetler insanlarımızın kasabadaki tutucu ve dış etkenlere kapalı yaşam tarzını sürdürmelerini sağladılar. Bağlı oldukları gruplarıyla kendilerini tanımladılar, çünkü o grup onlara sanayi üretimine ve onun gerektirdiği yaşam tarzına dahil olmadan eski alışkanlıklarını devam ettirme imkânı sağlamaktaydı. Tarikat, aşiret veya hemşeri derneklerinin onlardan istediği şey çok küçüktü: işaret edilen partiye oy. Lümpen proletarya ve onları örgütleyen etnik veya dini grupların yanında manzarayı tamamlayan üçüncü grup da popülist siyasi partilerdi. Türkiye’de her parti şehirlerde gettovari mahallelerde yaşayan bu gruplardan bir kısmını tekellerine almıştır. Cemaat ve tarikat önderleri servet, siyasiler güç sahibi olurken lümpen proletaryamız da eski kapalı yaşamını çok zorlanmadan şehirde sürdürebiliyordu. İşte bu sentetik siyasi ve toplumsal yapının düşünsel dayanağı da “lümpen muhafazakârlıktır”.
LÜMPEN MUHAFAZAKÂRLIĞIN TEMEL DÜSTÛRLARI
Bu iç içe geçmiş çıkar ağının düşünsel dayanağı lümpen muhafazakârlık ortak milli değerlerin muhafazasını ve milli bilincin inşaasını değil, her cemaat veya aşiret grubunun kendi gettosunun arkaik değerlerinin savunusuna dayanır. Böyle olunca bu lümpen muhafazakârlar örneğin kadınların eğitimine, iş hayatı ve sosyal hayatta yer almasına karşıdırlar. Bir erkeğin aynı anda birden fazla evlilik yapması insan haklarından sayılırken, kamu arazisini gasp edip kaçak bina dikmek üretkenlik ve çalışkanlık, kayıt dışı insan istihdam edip vergi kaçırmak girişimcilik, askere gitmemek için her türlü tezgâhı çevirip İsrail protestolarına kefen niyetine beyaz çarşaf giyip katılmak vatanseverlik, şehrin ortasında sokakta dana kurban etmek dindarlık ve merdiven altı tarikat yurtlarında çocuklara tecavüz etmek tasavvuf olarak takdis edilir. 80’lerde arabesk büyük bir sanat akımıyken (!) bugün Batı kentlerinin varoşlarında alt sınıfın müziği olan “rap” “yerli ve milli tınılarla” milliyetçi ve muhafazakâr gençlerimizin gönlünde taht kurmuştur. Gençler aile değerlerine, sevgi ve saygıya, köklü kültürümüze değil vurdulu kırdılı filmlerdeki “yarı istihbaratçı yarı mafya tiplerin olduğu hikâyelere” meftun olmaktadırlar. Bu alaturka rapsodinin fikri liderleri ise vaktiyle “Abant sofralarının ücretli müdavimi olan”, Kıbrıs’ta “Yes be Annem!”, FETÖ yanında “Yetmez ama evet!”, PKK yanında “insan hakları, demokrasi ve halkların kardeşliği!” diyen temelde Türk kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık besleyen “liberal sol” aydınımsılardır. Onlara göre gecekondu dikip imar affıyla zengin olan, tarikat bağıyla iş adamlığına yükselen “yerli ve milli arkadaşlar” Türkiye’nin yeni ve ilerici burjuvasını oluşturuyordu! Yeni zamanlarda milli devlet, milli kimlik, ortak değerler, vatan ve bayrak artık para etmiyordu. Çeşitlilik içeren kimliksiz bir toplum olmalıydık. Ne güzel İstanbul be!
Pekiyi lümpen muhafazakârların temel düsturları nelerdir:
Birincisi kasaba yaşam tarzının şehirde devamının savunulmasıdır… Ehh, lümpen proletaryanın sömürülmesi için onlara vaad edilen şey tam da buydu. İkincisi kuralsızlığın yüceltilmesidir. Şehirdeki eğitim ve yaşam standartları, medeni kurallar ve devletin kanunları bu insanlarımızın kabul edemeyeceği şartlardır. Kuralları ihlâl etmek veya kendi çıkarlarına bozmak en temel itiyatlarındandır. Ancak aşiret veya cemaat kurallarını hiçbir şekilde ihlâl etmezler çünkü varlık sebepleri bu aşiret veya cemaatlere aidiyetleridir. Üçüncüsü üretim yerine ranta ve yağmaya dayanan ekonomidir… Çok doğal, belli bir konuda uzmanlaşmayan, teknik meslekî eğitimi olmayan insanlar nasıl yaşar? Ya cemaat şirketlerinde ucuz iş gücü ya da cemaat ağlarıyla palazlanmış al-satçı veya komisyoncu olarak. Bu ikinciler kendilerini genelde “serbest meslek” olarak tanımlarlar! Dördüncüsü ahlâka hiç değinmeyen bir zâhiri din anlayışıdır ki, burada cemaat mensupları sakalın uzunluğuna, tuvalete girerken ve çıkarken okunacak dualara, kadın erkek ilişkilerindeki yasaklara aşırı ihtimam gösterirken kul hakkına girmeyi, kamu malını gasp etmeyi, yalan söylemeyi ve işçinin emeğini sömürmeyi hiç önemsemezler. Sonuncusu ise emeğe değil imtiyaz ve kayırmacılığa dayanan kariyer planıdır. Ehh, Türk lümpen proletaryası “Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel ve Frank’a” benzemez! Rahmetli Özal’ın deyimiyle “iş bilen ve iş bitiren” bir lümpen proletaryadır. Onların fark ettiği gerçek şudur ki, alaturka rapsodinin sahnelendiği memleketimizde emeği ile kazanıp geçinmek enayiliktir, amaç adamını bulup gerekli makamları görüp hızla yükselmektir. Bunun için ehliyet ve liyakat değil, emniyet ve sadakat ana gerekliliktir.
“Hoca, sen çok statükocu olmuşsun. Dünya değişiyor, değiştir bu kafayı!” Ne yapalım, biz paramızı emeğimizle kazanıyoruz, Allahtan başkasına boyun eğmeyiz, doğruya doğru eğriye eğri deriz. Bu devirde buna enayilik deniyorsa, evet enayiyiz!
Pazartesi görüşmek üzere…