İlkönce devletin insan uygarlığının gelişmesi ve insanın sosyal evrimindeki yerini anlatacağım.
Bugün Anarko-kapitalizm düşüncesinden bahsedeceğim. Bu –bana göre distopik- düşünce sistemi devletsiz bir toplum örgütlenmesinin mümkün olduğu, hatta insanlığın gelişmesi ve refahı için daha etkin bir toplumsal yapı önerdiği iddiasındadır. ABD temelli bir düşünce olarak devletin sadece ekonomik alanda sıfırlanması değil tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini, böylece daha etkin ve daha zengin bir toplum kurulabileceği savlanır. Bu düşüncenin, tabii ki, büyük askeri ve sivil kurumların olduğu bir süper gücün ekonomisinde gerçekleşmesi pek mümkün değildir. Ancak bu düşünceler özellikle gelişmekte olan ülkelerde benim “aydınlatılmışlar” olarak adlandırdığım lümpen-entelijansiya içinde yaygınlaştırılmaktadır. Amaç emperyalizmin ve küreselleşmenin önünde engel olan milli devletlerin zayıflatılması, onlara olan güvenin sarsılmasıdır.
İlkönce devletin insan uygarlığının gelişmesi ve insanın sosyal evrimindeki yerini anlatacağım. Daha sonra anarko – kapitalist düşünceyi açıklayacağım. Göreceğiz ki bu bir rüya değil, ama özellikle bizler için, bir kâbustur.
DEVLET VE İNSAN UYGARLIĞININ GELİŞİMİ
Devlet insan uygarlığının oluşmasında en önemli kavramlardan biridir. İnsanların diğer canlılardan en temel farkı üç temel özelliği ile mümkün olabilmiştir: konuşma, yazma ve soyut kavramlar etrafında örgütlenebilme kabiliyetleri… Bunların hepsi insanın iletişim yeteneğinin bileşenleridir. Konuşma ve yazma için diğer canlılara göre, özellikle, fizyolojik farklılıklar gerekir. Bir canlının konuşabilmesi için beyninin, ağız ve dil yapısının belli bir gelişmişlik düzeyinin üstünde olması zorunludur. Öte yandan yazı yazabilmek ve bir alfabenin oluşabilmesi için de ellerin gerekli şekilde gelişebilmesi gerekir. Ancak, soyut kavramlar etrafında örgütlenebilme kabiliyeti için sadece fizyolojik kabiliyetler yeterli değildir. İletişim gücünün hayal gücü ile birleşebilmesi de gerekir. Pekiyi, nedir bu “soyut kavramlar etrafında örgütlenebilme kabiliyeti”? Kısaca şöyle açıklayayım: Doğada maddi olarak bulunmayan ama insanların sanki varmış gibi davrandıkları ve etrafında örgütlendikleri kavramlara en güzel örnek “devlettir”. İnsanlar ortak bir konsensüsle ve herkesin kabulüyle uyacakları kuralları, bu kuralları uygulayacak kurumları ve toplumsal hayattaki ilişkilerin sıralama ve hiyerarşisini belirlerler. Doğada “devlet” diye bir şey olmasa bile, bu kavram sanki gerçekten de varmış gibi onun etrafında büyük kitlelerin örgütlenmesi sağlanır. Bu da, insana, diğer canlılara karşı müthiş bir üstünlük, doğayı kendi çıkarına yeniden düzenleme ve kendine ait yeni bir ekosistem kurma imkânı sağlar. İnsanlık tarihinde uygarlıkların oluşması insanların bir arada, takım halinde çalışması, dayanışma içinde olması ile gerçekleşir. Antropologlar bu sürece insanın “sosyal evrimi” adı verirler.
İnsanların kendine ait bir eko-sistem oluşturması tarımın icat edilmesi ile mümkün olmuştur. Öyle ki, insanlar evcilleştirdikleri hayvan ve bitkiler vasıtasıyla çevreyi de dönüştürmeye başlamışlardır. İlk tarım toplumlarının gelişmesi nüfusun artmasına ve insan toplumlarının kalabalıklaşmasına neden oldu. Bu da, daha köklü bir örgütlenmeye ihtiyacı doğurdu. İşbölümü ve uzmanlaşma bu süreçte gerçekleşmeye başladı. İşte insanların farklı işlere odaklandığı (askerler, çiftiler, tüccarlar, din adamları ve yöneticiler) bu süreçte ilk sınıflı toplumlar ve ilk devletler ortaya çıktı. Yerleşik tarım toplumlarında ilk devletler oligarşi (azınlık diktası) veya otokrasi (tek adam diktası) şeklinde örgütlendi. Devletlerin gelişmesi ile birlikte hem daha fazla sayıda insan belli ortak hedeflere doğru bir arada çalışmaya başladılar hem de işbölümü ve uzmanlaşma ile daha fazla artık değer oluşturmaya başladılar. İnsanlık tarihi boyunca ekonomik gelişme daha karmaşık ve daha büyük toplumlara, daha karmaşık toplumlar da daha iyi örgütlenmiş devletlere yol açtı. Şehirlerin gelişmesi, ekilebilir toprakların oluşması yolların ve ulaştırma şebekesinin yapılması insanların oluşturduğu eko-sistemin de büyümesine yol açtı.
İnsan toplumlarının gelişmesi ile devletin örgütlenmesi arasında uzun dönemli deterministik bir ilişki vardır. Buna göre insan toplumları geliştikçe ve karmaşıklaştıkça devlet de daha çoğulcu hale gelmektedir. Sanayi kapitalizminin gelişmesinden bu yana, ana trend, demokrasinin ve demokratik anlayış ve kurumların gelişmesi yönünde olmuştur. Belli dönemlerde ve belli ülkelerde bu trendin tersine giden eğilimler ortaya çıksa da, yani belli zamanlarda tek adam veya azınlık yönetimleri hâkim olsa da, genel eğilim demokratikleşme yönündedir. İlerleyen zamanda, gelişen teknoloji imkânları ile birlikte, toplumun yönetime daha doğrudan katılacağı yönetim biçimlerinin yaygınlaştığını görecek olduğumuz da tahmin edilmektedir.
İşte tam da bu noktada anarko-kapitalizm düşüncesi öne çıkmaktadır. Eğer toplumlar daha gelişince yönetime toplumun aktif olarak katılması söz konusu olmaktaysa, ilerleyen süreçte “devlet” gibi bir kavrama ve devletin kurumlarına da ihtiyaç kalmayacaktır. Toplum devlete ihtiyaç duymadan kendi kendine örgütlenecektir. Adalet özel kişiler arasında sözleşmelerle sağlanacaktır, mahkemelere gerek yoktur. Güvenlik özel güvenlik şirketleriyle sağlanacaktır, polise – jandarmaya ihtiyaç yoktur. Ülke şirket gibi idare edilecektir, bürokrasiye gerek yoktur. Pekiyi nasıl? Bu hangi tarihsel temele atıf yapan bir toplum projesidir? İsterseniz buna cevap verelim…
ANARKO – KAPİTALİZMİN TARİHSEL ÖRNEĞİ: VAHŞİ BATI
ABD tarihine baktığımızda, Kasabanın Şerifi Trump ve avanelerinin kutsadığı bir kanunsuzluk devri bulunmaktadır. Bizlerin çizgi-roman ve kovboy filmlerinden tanıdığımız Vahşi Batı… Adaletin namlunun ucunda olduğu, gücü yetenin kral olduğu, paranın tek değer olduğu, güçlü olanın yaşayıp zayıf olanın yok olduğu haydutlar ve gangsterler ülkesi… Vahşi Batı’da adalet bile özel ellerdeydi. Bilinen en güzel örnek Kahraman (!) Şerif Wyatt Earp’tür. Bu adam ABD’nin bir eyaletinde katil ve organize suç örgütü lideri olarak aranırken başka bir eyalette şerif unvanına sahipti. O ve kardeşleri ki, hepsi de namlı birer katildi, gittikleri kasabada ilk önce o kasabanın kumarhane ve genelevine çökerler, daha sonra da kardeşlerden biri Şerif olurdu. Öyle içişleri bakanlığı, polis teşkilâtı diye bir şey yoktu. Bir kasabanın Belediye Başkanı şartların zorlamasıyla herhangi bir kişiye Şerif Yıldızını verdiğinde, o adam kanunun kendisi olurdu. Wyatt Earp, kardeşleri ve Vahşi Batının en namlı kumarbaz ve katillerinden olan arkadaşı Doc Halliday ile birlikte çöktükleri kasabada kanunun kendisi olurdu. Bu adam hayatı boyunca şahsen 102 kişiyi öldürmüş ve hiç yara almamış gaddar ve işini bilen bir katildi. Aynı zamanda Amerikan Rüyası’nın da yaşayan bir örneği…
ABD çapında güvenlik işlerinden de, Pinkerton Bürosu gibi özel dedektiflik şirketleri mes’uldü. Bu ve benzeri dedektiflik şirketleri parayı kim verirse onu kanun, parayı verenin düşmanını da kanun dışı ilan edebiliyorlardı. Bunun en güzel örneği İç Savaş sonrasında kuzeyli kapitalistlerin güneyli ailelerinin topraklarına ve servetlerine çökmesidir. Bu süreçte Pinkerton Bürosu’nun gaddar ve acımasız dedektifleri üstlerine düşeni bihakkın yerine getirmişlerdi. Toplumsal altyapı yatırımları bile, aç gözlü kapitalist firmaların kâr ihtiraslarına bırakılmıştı. Meselâ demiryolu yapımı işi devletin eliyle değil iki özel kumpanyanın yatırımları yoluyla kotarılmıştı. Tabii ki, bütün bu işlerin ihalesinde de, ABD politikasında yer alan üst düzey ailelerinin aldığı yüklü miktarda rüşvet ve yer altı ekonomisi rantı da bulunmaktaydı. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin başını çektiği muhafazakâr sağ, aslında, en az devlet müdahalesini savunurken kutsadıkları Vahşı Batı’nın kanunsuz dünyasına yeniden bir dönüş yapmak istemekteler.
ABD’nin tarihsiz, kültürsüz ve gücü kutsayan geçmişinden nasıl bir iktisadi ve toplumsal model çıkar diye sorarsanız bu gerçekte Mafya’nın hâkim olacağı bir dünya olur. Bunu yaldızlı cümleler ve hayali önermelerle süsleyerek “Anarko-kapitalizm” adı altıyla sunmaktalar. Bizim açımızdan bunu önermeleri milli devletleri zayıflatmak ve bireylerin millete olan aidiyetlerini ortadan kaldırmak amacını gütmektedir. Böylece küresel ekonominin “haklı ve güçlü” efendileri milli devletlerin zayıflaması ile birlikte rahatlıkla sömürecekleri toplumlara ulaşacaklardır. Bunun için de, kan dökmeye bile ihtiyaç duymayacaklardır. Çünkü memleketin içinde ki “aydınlatılmışlar” ve işbirlikçi sermayedarlar zaten emperyalistlerin işlerini belli bir komisyon karşılığında görmek için hazır kıta beklemektedirler.