Alevi inancının tarihsel kökenlerini araştırmaya Türk Tasavvuf tarihinden başlayabiliriz.

Alevi inancının tarihsel kökenlerini araştırmaya Türk Tasavvuf tarihinden başlayabiliriz. Alevi ocaklarının silsilelerine baktığımızda – akademik tarihçilerimizin emeğine sağlık – Alevi ocaklarının iki temel koldan geldiğini görürüz. (Burada silsile tarikat şeyhlerinin tarihsel sıralanmış listesi anlamına gelir, ocak da tarikata yakın bir anlam ifade eder.) Bir kol Hoca Ahmet Yesevî’nin talebesi olup sonradan Kalenderilerin Türklere has kolu olan Hayderiliği kuran Kutbeddin Hayder’e dayanır. Hoca Ahmet Yesevi göçebe Oğuz boyları arasında Türkçe hikmetleri (dörtlükler halinde dini – tasavvufi şiirler) ile İslam’ı tebliğ eden bir büyük din ulusuydu. Yesevi dervişleri sevgiyle, dayanışma ve yardımlaşmayla, vahdet-i vücutçu bir Allah inancını yaydılar. Kutbeddin Hayder de Ahmet Yesevi’nin tedrisatından geçip, daha sonra Kalenderi tarikatına girmiş ve bu tarikatın Türklere has bir kolu olan Hayderiye’yi kurmuştu. Bu tarikatın dervişleri saçlarını, kaşlarını ve sakallarını tıraş ederler ama kallâvi bıyıklar bırakırlardı. Diğer kol ise Tâc-ül arifin (bilgelerin tâcı) Seyyid Ebu’l Vefa el Bağdadi’nin muhtemel halifesi olan Dede Garkın’a uzanır. Vefai tarikatı olarak da bilinen bu tarikat, vahdet-i vücutçu bir Allah inancı ve heterodoks bir din anlayışına sahipti. Anadolu’ya Selçuklu ve Beylikler döneminde gelen göçebe Türkmen oymaklarının başında -bazen aynı zamanda boy beyi de olan- dedeler veya babalar da bulunmaktaydı. Bunlar çoğunlukla silsilesi Dede Garkın’a dayanan şeyhlerdi. Öte yandan fakirliği, dünyadan soyutlanmayı, evlenmemeyi öne çıkaran Hayderi dervişleri ki, bunlar da abdal olarak bilinirdi, oymaklarla beraber hareket etmez ama kendi zaviyelerini kurarlardı. Eskişehir Seyitgazi Dergâhı bunların en büyük dergâhıydı.

BABAİLİK VE BABAİ İSYANI

Daha önceki yazılarımda Anadolu Selçuklu dönemi Türkiyesi’nde ana toplumsal çelişkinin yeni yerleşikliğe geçmiş toplumsal gruplarla göçebe Türkmenler arasında çıktığından bahsetmiştim. İşte özellikle, Doğu Anadolu ve Orta Anadolu’da Anadolu Selçuklu döneminde Baba İlyas-ı Horasani adında bir Türkmen Şeyhi bu göçebe Türkmen boyları arasında ciddi bir mürit kitlesine sahip olmuştu. En son bulunan arşiv belgelerinde, Baba İlyas’ın Dede Garkın halifelerinden olduğu söylenmektedir. Dede Garkın da, yukarıda belirttiğim gibi Vefai Tarikatına mensuptu. Selçuklu yönetiminin ağır vergi politikaları, zorunlu iskân uygulamaları, göçebelerin ekonomisi ile yerleşiklerin tarım ekonomisi arasındaki uzlaşmaz menfaat çatışmaları sonunda büyük bir Türkmen isyanına yol açtı: Babai isyanı…

Baba İlyas-ı Horasâni Selçuklu yöneticileri tarafından öldürülünce, halifesi Baba İshak-ı Horasani liderliğinde bütün göçebe Türkmenler ayaklandı. Bu ayaklanmaya sadece Baba İlyas müritleri değil, birçok Hayderi dervişi, ekonomik durumdan mustarip Türkmen boyları da katıldılar. Bu kanlı mücadelenin sonucu Malya Ovası savaşında Selçuklular’ın Bizans ve Haçlı askerleriyle desteklenmiş ordusu galip oldu. Ama bu bir Pirus Zaferiydi. Kanlı iç savaşın sonucunda Selçuklular zayıf düşmüş, halk desteğini yitirmiş bir durumda kalmışlardı. Akabinde de Moğol istilası geldi.

Babai Hareketi Anadolu Türkmenleri arasında yaygın olan iki tasavvuf ekolünü bir araya getirmesi ve bir dava etrafında birleştirmesi açısından önemlidir. Babai İsyanına katılmış Türk tarihinin önemli simalar arasında Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve Hacı Bektaş Veli’nin kardeşi de bulunmaktadır. Malya Savaşı ve akabinde Moğol İstilası sonrasında Babailerin büyük bir kısmı bugünkü Doğu Marmara bölgesinde bulunan Bitinya’ya göçtüler. Yeni kurulmuş olan Osmanlı Beyliği Babai İsyanı’na katılmış Hayderi ve Vefai dervişlerine kucak açtı. Babailerin bir kısmı da, Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş’ın liderliğinde yeniden örgütlendiler.

BEYLİKLER DÖNEMİ VE ANADOLU TÜRK TASAVVUFUNUN YENİDEN ŞEKİLLENMESİ

Bugün tarikat denince akla ilk gelen Nakşibendilik ve Kadiriliğin kollarıdır. Ancak Türklerin bin yıllık Anadolu macerasının 800 yılında bu iki tarikatın esamisi okunmamaktadır. Türk tasavvufu esas olarak Bektaşilik, Bayramilik, Ahilik ve Mevlevilik etrafında örgütlenmişti. Selçuk Devleti yıkıldıktan sonra, Anadolu’nun dört bir yanında pıtrak gibi ortaya çıkan dergâhların çoğu Babai halifeleri tarafından kurulmuştu. Ahi Evran-ı Veli esnafın, Hacı Bayram-ı Veli köylülerin, Hacı Bektaş-ı Veli askerler, akıncılar ve devlet adamlarının ve Mevlâna Celalettin-i Rûmi de sanatkârların pîri idi. Beylikler Dönemi ve sonrasındaki erken Osmanlı Dönemi’nde bu tarikatlar toplumsal yapının önemli birer unsuruydu. Hem Türkmenlerin toplumsal örgütlenmesini sağlamakta hem de onları ince bir tasavvuf ahlâkı ile irşat etmekteydiler. Bu tarikatların (şüphesiz Babai Hareketinin yol açtığı terkiple) bazı ortak yönleri vardı. Bu ortak yönleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Ehl-i Beyt sevgisi: Bütün gerçek Müslümanlar için unutulmayacak acı bir hatıra olan Kerbelâ Hadisesi ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehadeti yeni Müslüman olmuş Türkmen boyları için de hem dini hem de dünyevi mânalar içermekteydi. Dini anlamda Peygamber Efendimiz’in torununun yine Peygamber Efendimiz’in müşrik düşmanlarının çocukları olan zalim ve mel’un Emevi Sultanları tarafından katledilmesi karşısında samimi Müslümanların tarafının Ehl-i Beyt’in yanı olması çok doğaldır. Öte yandan göçebe Türkmenler kendi hayat tarzlarını ve zaman içinde de dini yorumlarını değiştirmeye çalışan yerleşik iktidarları Emevi Sultanları ile özdeşleştirdiler. Bu dört tarikatın ortak noktalarından biri, bu anlamda, Ehl-i Beyt sevgisidir.

2. Heterodoks İslam Yorumu: Esas itibariyle bu ilk oluşum döneminde ortodoks-heterodoks ayrımı pek gözetilemez. İslâm tarihi de, Hristiyanlıkta olduğu gibi büyük inanç farlılıkları içermez. Hiç kimse Allah’ın niteliği, varlığı ve sıfatları hakkında, Peygamberin kimliği ve nitelikleri hakkında farklı görüşlere sahip değildir. Burada heterodoksla kasıt Emevi ve Abbasi dönemlerinde Arap geleneğini ve kültürünü temel alarak oluşturulmuş fetvaların dışında, farklı bir kültür ve gelenekten gelen Türklerin İslamı yorumlaması kastedilmektedir. İslamı katı şeriat hükümlerine indirgemeyip, bütün bir evreni kuşatan Allah’a sevgiyle bağlanmayı, doğayla ve insanlarla barışmayı, mülk ve servet biriktirmekten çok dayanışma ve yardımlaşmayı öne çıkaran bir İslam yorumu anlaşılmalıdır.

3. Vahdet-i Vücut İnancı: Yukarıda bahsettiğim Allahla, doğayla ve kendisiyle barışık İslam anlayışının temelinde Vahdet-i Vücut (Varlık Birliği) anlayışı yer alır. Bugün bazı oryantalist lümpen-entelijansiyanın savunduğu gibi Vahdet-i Vücut Panteizm değildir. Panteizm “Allah’ın evrenin ruhu olduğu, evrenin de Allah’ın bedeni olduğunu” savunan bir felsefi akımdır. Vahdet-i Vücut ise, evrende her şeyin Allah’ın ilâhi sıfatlarının bir yansıması olduğunu savunmaktadır. Panteizm “her şey Allah’tır” derken, Vahdet-i Vücut anlayışı “her şey Allah’tandır” der. Bu yüzden, yukarıda bahsettiğimiz tarikatlar insanları ibadet sayılarına, dini kurallara uymalarına göre sınıflandırmayıp “72 millete bir nazarla bakan” bir anlayışı savundular. Bu da yerli Hristiyan ahalinin gönüllü müslümanlaşmasında da çok büyük bir katkıya sahiptir.

4. Kadın Erkek Eşitliği: Zaten göçebe Türkmenlerin yaşam şartları ve içinde bulundukları ekonomi politik onları “kadın erkek eşitliğine dayalı” anaerkil bir toplum yapısına sevketmişken, İslâm’a girdikten sonra da Türkmenler, ataerkil Arap kültüründen farklı olarak kadın erkek eşitliğini öne çıkaran bir İslam yorumunu benimsediler. Yukarıda bahsedilen tarikatların her birinde erkek veliler kadar kadın veliler de öne çıkmaktadır. Zaten eşitlikçi ve grup mülkiyetine dayalı bir iktisadi yapıda erkek egemen bir toplum oluşması pek mümkün değildir.

5. Grup Mülkiyeti ve Dayanışma: Yukarıda bahsedilen dört tarikat yani Ahilik, Bektaşilik, Mevlevilik ve Bayramilik kendi menkıbelerinden ve tarihi vesikalardan öğrendiğimiz kadarıyla özel mülkiyete değil grup mülkiyetine dayanmaktaydı. Bir dergah kurulduğunda, dergâhın arazilerini dervişler eker, dervişler hayvanları güder, ticaret dervişler eli ile yapılır, elde edilen gelirin ihtiyaç kadar olanı dergâha ve dervişlerin ihtiyaçlarına ayrılır ve geri kalanı fakir fukaraya dağıtılırdı. Ahiler ticarette, Bayramiler tarımda ve Bektaşiler de göçebe Türkmenler arasında bu ilkeyi yaşattılar. (Zaman içinde Bektaşiler Osmanlı Devleti’nin resmi tarikatı olarak daha şehirli ve asker – sivil bürokrasi içinde daha etkin bir rol aldılar.)

Anadolu Beylikler Dönemi’nde ve erken Osmanlı döneminde, bu tarikatlar vasıtasıyla, toplumda bir Alevi –Sünni ayrımı yoktu. Pekiyi bugünkü suni ayrım nasıl oluştu. Bu uzun bir tarihsel ve toplumsal süreçtir. Özünde inançsal bir farklılıktan çok toplumsal ve siyasi ayrılıklara dayanmaktadır. Yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde bunu anlatmaya çalışacağım.