Stratejik Pusula dediğimizde aklımıza ilk gelen Avrupa'nın/AB'nin stratejik otonomisini sağlama fikri oluyor.

Geçtiğimiz hafta yazımızı AB’nin yeni ilan ettiği Stratejik Pusula’yı ve Türkiye için öngörülerini anlamaya çalışacağız diyerek noktalamıştık. Devamı bu yazımızda…

Stratejik Pusula dediğimizde aklımıza ilk gelen Avrupa’nın/AB’nin stratejik otonomisini sağlama fikri oluyor. Biliyoruz Avrupalı aktörler Soğuk Savaş, iki büyük gücün lehine Avrupa güvenlik haritasını çizmeye ve Avrupa’yı bölmeye başladığı andan itibaren bu tür bir otonomi fikrinin peşine düşüyorlar. Avrupalılık fikrinin devamı ve Avrupa’da bölünmeye itiraz etmenin bir uzantısı stratejik otonomi arzusu. Ancak stratejik pusulayı sadece AB’nin/Avrupalıların stratejik özerklik hayalinin gözlüklerinden de görmemek gerek. Bir fikir kadar, bir ihtiyacın ifadesi Stratejik Pusula. Bu nedenle bir doküman olarak kurulan ama desteklenmeyen hayallerin, altı doldurulmayan bir fikrin uzantısı olarak batsa ve AB Bürokrasisinin ölü belgeler havuzuna bir yaprak daha eklense de burada ifade edilen ve bir ihtiyaca işaret eden vizyonu gerçekleştirme isteği yaşayacak. Brüksel’in temel ihtiyacı stratejik çevresinde vuku bulacak istikrarsızlıkları bu çevrede stratejik bir aktör olarak var olarak dengelemek, istikrarsızlık kaynağının Avrupa’ya ulaşmasını engellemek.

Avrupa Kalesi fikrinin ötesi

Anlaşılan Fortress Europe/Avrupa Kalesi fikri Avrupa’nın ihtirasları ve ihtiyaçları için çok statik kalmış. Ayrıca Avrupa kalesini korumak için Avrupa’nın sınırlarının FRONTEX uygulamalarıyla güvence altına alınması Avrupa çevresinde başarısız devletlerin ve vekalet savaşlarının bakiyesi için bir tampon alanlar inşası sağlanması anlamına geliyordu. Avrupa Komşuluk politikalarından beri bilim kurgu filmlerine konu olagelen bu “ayrı dünyalar” hikayesi elbette işlemedi. Öncelikle karadan-denizden komşuların tampon alanlar olarak haritaya yerleştirilmesinin “çok ucuz” bir fikir olmadığı görüldü. AB, mültecilerin kendisine karşı silah olarak kullanılmasından ölesiye korkuyor. Ancak çevreyi tampon haline getirme, bunu da mümkünse maddi ve normatif olarak çok az yük altına girerek yapmak istemek, bu tür bir jeopolitik pragmatizm, AB’nin komşu alanlarına da bu jeopolitik pragmatizmi kendi pragmatizmleri doğrultusunda kullanma lüksü veriyor. Dolayısıyla Avrupa Kalesi fikri ancak AB’nin etrafındaki istikrarsızlık kısa süreli olsaydı mükemmelen işleyecek bir fikirdi. O zaman dahi normlar Avrupa’sının Akdeniz’de, Ege’de filan boğulan insancıklara gözünü kapaması gerekiyordu. Dolayısıyla ileride AB, kale statikliğini ileride savunma hareketliliği ile değiştirebilecek bir lükse kavuşmayı umuyor. Fakat çok büyük bir sorun var, o da AB’nin hatta Avrupa’nın bu tür bir operasyonel gücü olmaması. Geçen yazımızda da belirtmiştik, AB stratejik çevresini kuzeyi-güneyi-doğusu-batısı ile sınırlamış değil. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Körfez’e, Hint Pasifik’e çok geniş bir alanda kendi adına istikrarlaştırıcı bir aktör olmayı amaçlıyor. 5000 kişilik müdahale kuvvetini oluştursa ve beraber çalışırlığı test etse dahi saha 5000 kişi için çok büyük. Üstelik son 20 yıl bize jeopolitik mücadelelerle üst üste binen krizlerin kolay kolay sona ermediğini gösterdi. Bu yüzden de 64 sayfalık Stratejik Pusula belgesinde “stratejik otonomi” kelimesi sadece 1 kere geçerken, hemen hemen her sayfada ortaklıklara ve olası iş birliklerine vurgu yapılıyor.

Doğu Akdeniz’de nahoşluk

Belgede Türkiye iki yerde anılmış. Dışişleri Bakanlığının haklı olarak tepki gösterdiği ilk anılış yeri Doğu Akdeniz meselesiyle ilgili. AB, AB’nin 2020 Zirve kararlarından itibaren Doğu Akdeniz’de Türkiye ile çekişiyor. Hatırlanacaktır, 2020’de GKRY ve Yunanistan Kapalı Maraş’ın sahil şeridinin kısmi kullanıma açılması ve Doğu Akdeniz’de KKTC’den alınan yetki ile gerçekleşen sondaj ve doğal gaz arama faaliyetleri için Türkiye’ye yaptırım çağrıları yapıyorlardı. O dönem AB neredeyse ortasından Türkiye’ye karşı sertlik yanlıları ve sağduyulu davrananlar diye ikiye bölünmüş, sonuçta nahoş ama ısrarcı olunduğu kadar sert de olmayan, meseleyi yeni ABD yönetimine devreden bir karar çıkmıştı AB Aralık 2020 Zirvesinden. Meselenin AB adına kendi üyelerini destekleme ve AB Anayasasını üyelerin birbirine dayanışması ve sadakati üzerinden var etmekle ilgili bir boyutu vardı. Aynı zamanda AB, Doğu Akdeniz’i stratejik ilgi alanlarından biri olarak görüyor ve AB’nin güçlü bazı aktörleri Doğu Akdeniz’de denge tutucu bir rol olacaksa bunu kendi adına- operasyonel zaaflarına- rağmen istiyordu. Bu da Doğu Akdeniz’de operatif kabiliyeti olan Türkiye ile yarı gerçek yarı kurgulanmış bir rekabeti beraberinde getiriyordu. Bugün bu “nahoşluğun” tam adres gösterilmeden korunduğunu görüyoruz. AB, kendi üyelerinin egemenlik haklarına yönelik tek taraflı provakatif girişimlerden rahatsızlık duyduğunu yineliyor. Uluslararası hukuka ve egemenlik haklarına yapılan vurgu tabi açık olmasa da GKRY’nin maksimalist taleplerine bir destek olarak görülüyor.

Demode söylem

Türkiye’nin bu nahoş ifadeden ilkesel düzeyde rahatsız olmasının dışında, modası geçmiş, günün gerçeklerini yansıtmayan bir ifade olması hasebiyle de rahatsızlık duyduğunu anlıyoruz. Zira 2022’nin Avrupa güvenlik gereksinmeleri ve özellikle enerji güvenliği, NATO ortaklığı ve Montrö rejiminin uygulayıcılığı bağlamında Türkiye ile iş birliğine duyulan ihtiyaç 2020’nin konjonktüründen çok farklı. Ayrıca AB bile kendi kalesinin dışında başta NATO ile olmak üzere esnek iş birliklerinin peşinde. Zaten o nedenle, stratejik ilgisini Doğu Akdeniz’e sınırlamak yerine Afrika’nın içerilerine doğru kaydırıyor. Orada sadece geçmişin öfkesini bugünün pragmatizmi ile birleştiren yeni Afrika elitini değil, Rusya ve Çin’in Afrika’da artan stratejik varlığını da bulacaklar. Dolayısıyla AB’nin bugün Ukrayna Savaşı sonrası -burada savaş dahilinde Montrö’nün şeffaf biçimde uygulanmasının ve Ankara’nın kolaylaştırıcı rolünün İstanbul sürecinde çatışmanın iki tarafı tarafından da kabul edilmesinin önemini hatırlayın- Türkiye ile ilişkisini konumlandırırken yeni bir çerçeveye ve kavramlara ihtiyacı var. Zaten Ankara ve AB liderleri arasındaki temasta Pusula’nın dilinden ziyade yeni iş birliği alanlarının dili zikrediliyor. Enerji ve savunma sanayinde güven artırıcı adımlar atılmasının öneminden dem vuruluyor.

Sadece bir belge…

AB’nin Türkiye’yi andığı ikinci kısım da – dizayn edilmiş iki taraflı ortaklık arayışı içinde- beklendiği üzere yeni jeopolitikten ziyade eski jeopolitiğe ama bu sefer Mart 2021 AB Zirve Kararlarına atıfta bulunuyor. Hatırlanacaktır, 2020 Aralık ve 2021 Mart zirveleri arasında kısa süre olmasına rağmen atmosfer radikal bir biçimde değişmişti. Biden yönetimi kuzeyde Rusya’yı dürtme konusunda ilk girişiminde bulunmuş, kısa sürede Ukrayna üzerinden iki büyük güç arasında bir tırmanma yaşanmıştı. AB üyeleri bu tırmanma nereye gider, kontrolden çıkar mı diye sorarken güneyde çıkabilecek bir krizi arzu etmediklerinden Türkiye’nin de parçası olduğu tansiyonu düşürme çabasını memnuniyetle karşılamış hatta ilişkilerin iyileşmesi için Gümrük Birliği’nin renovasyonu için hazırlık, yüksek stratejik istişare ve diyaloğa geri dönülmesi ile ilgili olumlu sinyaller vermişlerdi. Tabi AB-Türkiye ilişkilerinin olağan seyri içinde somut bir adım atılamadı. Atmosfer ılıman bir soğukluğa sabitlendi. Dolayısıyla, bugün Stratejik Pusula’da Türkiye özelinde söylenenlere odaklananlar nahoşluk ve ılıman soğukluk arasında gidip geliyorlar. Ama unutmayın bu sonuçta sadece bir belge.

Batı/Avrupa/AB -Türkiye ilişkisinde yeni açılım

AB’nin stratejik isteklerinin ise realpolitik sebepleri var. AB bürokrasisini fildişi kulesinde kapalı da olsa Trans-Atlantik ilişkilerde, Karadeniz ve Akdeniz’de güçler dengesinin değiştiğini görüyor. Üstelik AB, hemen hemen her paragrafta NATO ile iş birliğini vurgularken bu değişen jeopolitiği de mutlaka gözlemliyor. Brüksel’in yavaşlığı malum, belki Türkiye’ye karşı benimsediği savunmacı ve yalpalayan retorik değişmeden sahada iş birlikleri üzerinden Türkiye ile oluşturduğu eylem alanı değişir. Ve belki hiç ummadığımız AB başkentleri bu konuda AB Bürokrasisinden önce davranabilir. Sözün özü Batı ve Türkiye ilişkilerinin yeniden tanımlandığı bir dönemde Avrupa bu yeniden konumlandırma sürecinin dışında kolay kolay kalamayacak. Dostça AB ve Avrupalılardan mucize beklememek lazım uyarısını şapka çıkartarak karşılıyoruz, ama unutulmamalı Avrupalılar kendileri adına “felaket” kotalarını da doldurdular.