"Bugünkü sen 17 yaşındaki halinle karşılaşsan ona ne söylerdin?"
Not: Bu yazı “65 plus” yaş edasıyla yazılmıştır, farkındayım, erken yaşlanma anksiyetesine mi kapıldım?
Netflix’te yayınlanan Aşk 101 dizisinin bir sahnesinde geçen o soruyu çok sevdim:
“Bugünkü sen 17 yaşındaki halinle karşılaşsan ona ne söylerdin?”
Düşündüm, taşındım, meğer söyleyeceğim ne çok şey varmış, ona karar verdim.
Hayatın durmak bilmediği akışında biraz olsun zamanı durdurdum…
BİR: Bir bedeli olacak ama ne olursa olsun kendin ol derdim.
İKİ: Kendinle dalga geçmeyi asla bırakma, sürekli dalga geç derdim.
ÜÇ: Sürekli, her şartta dans et, çünkü dans umursamamak ve kaçıştır derdim.
DÖRT: İnsanları hiçbir zaman kimliğinden, ırkından, renginden, inancından, cinsiyetinden ve dilinden ötürü aşağılama, ötekileştirme derdim.
BEŞ: Yaşadığın anın geri dönüşü yok, en kötü an bile olsa, bu hayatın bir parçası, her şeyin harika olacağı rutinine kapılma derdim.
ALTI: Heyecanlan, kork, endişe et, pozitif stres yap, bir “cool” imajı olarak soğukkanlı görün derdim.
YEDİ: Kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına özen göster, samimiyetin ve doğallığın gizli anahtarı bu derdim.
SEKİZ: Yapabileceğine inandığın değil, gerçekten sevdiğini düşündüğün, aşkla bağlı olduğun mesleği yap ve mümkünse hobini mesleğine dönüştür derdim.
DOKUZ: Sıradan olmanın konforunu yaşama, bu dünyanın düzenine sığmayıp taşanların farklı, aykırı ya da deli olarak kabul edildiğini şimdiden aklına kazı derdim.
ON: Kötülüğü unutma ama kin gütme, yaptığın iyiliği ise yaptığın an zihninden sil ki, karşıdaki insanın sana borçlu gibi hissetmemesini sağla derdim.
***
Bu ON madde arasında başardıklarım, mücadele ettiklerim ve gerçekleştiremediklerim oldu.
Ama ne olursa olsun bir bedeli olan “kendim” olmanın ayrıcalığından taviz vermemeye gayret ettim.
Murathan Mungan’a göre bu bedel “yalnızlık”…
Doğru mu?
***
Öyle ki ne olursa olsun hatalarıyla, yanlışlarıyla, doğrularıyla, yapmak isteyip de yapamadıklarıyla, beklenenden daha fazlasını gerçekleştirmekle biz biz’iz.
Sanırım o nedenle 17 yaşındaki halim şimdi beni görse olduğu gibi kabul eder en fazla “görmeyeli epey zayıflamışsın” diye takılırdı…
Öyle tahmin ediyorum.
Erdoğan’dan Trump’a mektup
Dün Sabah’ta Yavuz Donat yazmış…
İsmet İnönü, Cemal Gürsel ve Nihat Erim’in ABD başkanlarının uçağıyla ABD’ye gittiği dönemden Türkiye’nin bugün ABD’ye tıbbi malzeme yardımı gönderen bir ülke haline geldiğini söylüyor özetle Donat.
Çok haklı.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’a tıbbi malzeme yardımıyla birlikte gönderdiği mektupta vurguladığı üç ayrıntı dikkatimi çekti…
BİR: “Bu süreçte, gerek salgınla mücadelede ihtiyaçların karşılanmasında gerek normalleşme sürecinde, ülkemin ABD'nin güvenilir bir ortağı olarak her türlü dayanışmayı sergilemeye devam edeceğine emin olabilirsiniz.”
İKİ: “Aynı şekilde, salgın vesilesiyle daha da güçlenen ve çeşitlenen iş birliğimizin yarattığı olumlu ortamdan, Türk-Amerikan ikili ilişkilerini her alanda ilerletmek ve başta 100 milyar dolar ticaret hedefimiz olmak üzere, ülkelerimizin sahip olduğu potansiyeli en etkin şekilde hayata geçirmek için de istifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum.”
ÜÇ: "Nitekim Suriye ve Libya başta olmak üzere, bölgemizdeki son gelişmeler, Türk-ABD ittifakının ve iş birliğinin en güçlü şekilde sürdürülmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Umuyorum ki önümüzdeki dönemde, Kongre ve ABD basını da salgın sırasında sergilediğimiz bu dayanışmanın da etkisiyle, ilişkilerimizin stratejik önemini daha iyi kavrayacak ve ortak sorunlarımızla ortak mücadelemizin gerektirdiği anlayış içinde hareket edecektir.”
***
Post-korona dönemin nasıl olacağını bilmem...
Tek bildiğim hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ama bunun da kısa vadede gerçekleşmeyeceği.
Fakat…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce ifade ettiği gibi “yeni şekillenecek olan dünyada güçlü bir şekilde yer almalıyız” açıklamasına denk düşen bu mektup gösteriyor ki Türkiye en az kriz süreci kadar kriz sonrasına da kafa yoruyor.
Ve görebildiğim kadarıyla Türkiye’de post-korona dönemin nasıl olacağına ilişkin beyin fırtınaları gerçekleştiren, bu döneme kararlı bir şekilde hazırlanan tek siyasi lider Erdoğan.
Komplo teorisyenleri hala daha gereksizce virüsün çıkış noktasıyla uğraşadursun.
Bu cahillik değil, öğrenilmiş saldırganlık
Bazen şaşırma ve inanmama duygumu yitirmediğime seviniyorum.
Hiç değilse bu dünyadan umudumu kesmediğim anlamına geliyor bu durum.
Olay yeri İspanya…
Endülüs özerk bölgesindeki Zahara de los Atunes’deki bir balıkçı köyü…
Boydan boya bir kumsal…
Aynı zamanda bu kumsal göçmen kuş türlerinin de kuluçka alanı.
Virüsten korumak amacıyla yerel yönetimin yetkilisi Agustin Conejo çıkıyor ve kumsalı çamaşır suyuyla dezenfekte ediyor.
ABD Başkanı Trump’ın insanlara çamaşır suyu enjekte edelim fikri insanda değil ama kumsalda hayat buluyor.
Çünkü doğanın sesi yok, çığlığı haliyle duyulmaz, biz insanlar gibi hukuki hakları da yok, tüm doğanın birleşip bu ahmaklığa karşı kolektif bir dayanışmada bulunması da imkânsız, basalım çamaşır suyunu, yeter ki virüsler ölsün de daha sonra hayat bulacağımız bir doğa olmasa da olur!
Yıllar boyu insanlar hunharca doğayı katlettiler, merhamet insandan insana bile işlemezken, hayvanlar ve doğa gibi canlı türlerine merhamet mi bekliyordunuz?!
Virüs bile anlatamadı bence…
Doğanın sahibi değil, misafiri olduğumuzu.
Bu sürecin sonunda dünyada ne değişir bilmem de bu doğaya karşı bu “öğrenilmez/ezberlenmiş saldırganlık” değişmez.
Onu biliyorum.
Bu mizahı çok sevdim
Fotoğrafta gördüğünüz duvar resminin sahibi Dave Nash.
ABD Başkanı Trump’ın “acaba virüsü öldürmek için çamaşır suyu insana enjekte edilebilir mi” gibi beyin yaktıran sorusunun üzerine böyle bir mizah çalışmasına soyunmuş.
Bunu da Reuters’ten Matthew Childs fotoğraflamış.
Hazır çamaşır suyu ve Trump’ı aynı cümle içinde kullanmışken…
Ben çok güldüm, sizle de paylaşmak istedim.
Haftanın filmi: Jojo Rabbit
Ertuğrul Özkök’e son zamanlarda çok takılıyorum ama bu sefer benden önce davranmış.
Çarşamba günkü yazısında “Jojo Rabbit” filmini “çok ama çok sevdiğini” aktarıyor Özkök.
Yazı günüm daha erkene gelseydi ben de Taika Waititi’nin bu filmini sizlere önerecektim.
Şimdi öneriyorum.
92. Akademi Ödülleri’nde “en iyi uyarlama senaryo” kategorisinde ödül Jojo Rabbit’in olmuştu.
Filmin Alman şair Rilke’ye selamı çok hoşuma gitti.
“En iyi yardımcı kadın oyuncu” kategorisinde Marriage Story filmiyle ödülü kapan Laura Dern olmasaydı Scarlett Johansson bence bu kategorinin en güçlü adayıydı.
Özellikle filmin sahnelerindeki o kartpostal görünümü çok sevdim.
Taika Waititi’nin yönetmenliği de Hitler’i canlandırması da harika.
Filmin kara mizahi yönünü ise saymıyorum, her sahne size tebessüm ettiriyor.
İzlemeyenler için… Mutlaka izlenesi.