Geçtiğimiz hafta son derece önemli bir gelişme yaşandı. Bu gelişme hem Türkiye'nin terörle mücadele gündemi ve Türkiye-Irak ikili ilişkilerinde alınan yol ile ilgili hem de 7 Ekim sonrası Ortadoğu'da dengeler nasıl oluşabilecek acaba sorusu ile ilgili.
14 Mart günü Türkiye ve Irak güvenlik ve dış politika diplomasisinin önemli temsilcileri Bağdat’ta Türkiye-Irak Güvenlik Mekanizması toplantısı çerçevesinde bir araya geldi ve 7 maddelik çok kritik bir ortak sonuç bildirgesi yayınlandı. Bu bildirge ile kamuoyuna Irak yönetiminin aldığı iki önemli karar da duyurulmuş oldu. Kararlardan biri Irak Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından PKK’nın Irak’ta yasaklı örgütler listesine alındığını gösteren açıklama idi. Dolayısıyla bir süredir Irak yönetiminin Türkiye’nin PKK ile mücadele gündemini takip etme adımları içerisinde olduğu söyleniliyor, bu yönde analizler yapılıyordu. Bu analizlerin doğru olduğu resmi olarak ifade edilmiş oldu.
Irak PKK varlığının yalnızlaşması
Irak yönetiminin bu kararı nasıl uygulamaya dökeceği, zorlukları nasıl aşacağı tartışması ayrıca yapılabilir ama karar- zirve sonuç bildirgesindeki ifadeyi esas alarak söyleyebiliriz- Irak anayasasına göre Bağdat’ın PKK’nın Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit olduğuna karar verdiğini söylüyor. Böylece Irak’ta sadece PKK’nın yalnızlaştırılması için çok büyük bir adım atılmıyor, aynı zamanda Irak’taki PKK varlığı ile dirsek teması kurmayı şu veya bu nedenle kurmayı tercih edenler bir seçime zorlanıyor. Ya Türkiye ve Irak’ın kurduğu ve ortak komisyonlarla işletecekleri bu katara (PKK ile mücadele katarına) katılacaklar ya da Irak Anayasa’sı çerçevesinde meşruiyetleri kısılacak ve yalnızlaşacaklar. Elbette Türkiye ve Irak’ın iş birliğine karşı atılacak bir dengeleme adımının parçası olma ihtimalleri de var ama o zaman sorulması gereken soru bu dengelemeyi kimin yapacağı ve gerçekten nasıl bir sonuç üreteceği. ABD, Irak’tan çekilmesi istenilen bir güç olarak, bu çekilme sonrası kendi güvenlik zaviyesine halel getirmeme derdinde. Zaten, ortak bildiriyle ilgili eleştirel bir cümle kurmamalarından Ankara-Bağdat-Erbil hattındaki güvenlik diplomasisine Washington’un çok olumsuz bakmadıklarını düşünebiliriz. 7 Ekim öncesi dahi ABD’nin Türkiye’nin Irak’taki operasyonlarına karşı feveran etmediğini biliyoruz. Zira o gün dahi Washington’un zihninde İran’ın nasıl sınırlanabileceği ile ilgili düşünceler uçuşuyordu. 7 Ekim öncesi ABD’nin temel güvencesi İsrail olduğundan (İsrail nasılsa İran’ı dengeler) bölgesel diplomasiye köstek olmadıysa da cesaretlendirecek bir adım da atmadı ve Irak-Suriye PKK-PYD uzlaşması için yatırım yapmayı bırakmadı. Oysa şimdi İsrail işe yarar bir denge noktası olmaktan, kurtarılması gereken bir yüke dönüşmüş durumda. Bu nedenle ABD, bölge devletleri ne istiyor noktasında kulaklarını daha iyi açmak, dinlemek ve gerekiyorsa yol üzerinde durmamak zorunda. İran’ın karşı dengeleme için haddinin ötesinde bir eyleme girişmesi için bölgede tüm gözler “Tahran ne kadar ileri gider, gider mi” diye açılmışken çok mantıklı değil. Tahran cephe genişletmeye değil, bir şeyler elde ederek Biden dönemini kapatmayı umuyor. Bir Trump iktidarının ne getireceği belli değil zira. Zaten İran’ın destekleyeceği ya da desteklemeyeceği herhangi bir karşı dengeleme ya da zarar verme hamlesi Irak’ın istikrarsızlaştırılması manasına geleceğinden bu hamleyi yapanların meşruiyetini ve hareket kabiliyetini daraltacaktır. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarının alanını da genişletebilecek olması cabası.
Süleymaniye meselesi
Tabi böyle bir düşünce silsilesinin temel adresi bugün için Süleymaniye ve Bafel Talabani gibi görünüyor. Celal Talabani’nin ölümü sonrası KYB içerisindeki mücadele içinde de KDP ile rekabet çerçevesinde de Bafel Talabani PKK ile ilişkileri sıkı tutma yönünde bir karar vermiş görünüyordu. Bu çerçevede Türkiye Süleymaniye’yi doğrudan uyarmış, Süleymaniye’ye yönelik uçuşları durdurmuş ve hava sahasını kapatmıştı. Tabi Talabani’yi PKK ile yakınlaşmaya iten şeyin sadece Irak içi Süleymaniye ve diğerleri arasındaki denklem olduğunu da düşünmek zor. Muhtemelen Talabani’nin temel gündemi Irak odaklı ama bu gündeme özellikle Bağdat ve IKBY arasında ilişkiler daha az gergin hale geldikçe bölgesel konjonktürden destek arayışında olduğu izlenimini de veriyordu. Sonuçta, Irak’ta PKK’nın varlığı daralırsa Irak PKK’sı ve Suriye’deki PKK varlığı arasındaki ilişki nasıl biçimlenir sorusu, İran bundan nasıl etkilenir ve pozisyon alır sorusu Irak’ta PKK ile ilgili kararlara bölgesel denklemlerle ilgili bir yön doğal olarak kazandırıyor. Unutmayalım bu iki soru bugün (yakın zamanda İran tırnak içerisinde Mossad’a karşı bir eyleminde Kuzey Irak’ı vurmuştu ve Trump Irak ve Suriye’den çekilme- ne halleri varsa görsünler nidası ile- sözünü kampanyasında defalarca kullandı) dün olduğundan daha çok soruluyor. Zaten Süleymaniye PKK ilişkisi daha açık tartışıldığından beri PKK’nın Irak güvenlik güçlerini ve peşmergeyi hedef alan kimi eylemlerini de görür hale gelmiştik. Kuzey Irak’ta Türkmen varlığına veya Türkiye güvenlik kuvvetlerinin kalıcı, geçici operasyon bölgelerine yönelik PKK tehdidi de rahatsızlık yaratan ve hem Irak hem de IKBY istikrarını bozan, Türkiye-Bağdat-Erbil dengesini sarsan bir unsur olmuştu. Özetle, zirve bildirgesinden anlıyoruz ki artık Irak bu resimde PKK’yı ortak tehdit olarak nitelendiriyor ve zirve sonuç bildirisi Irak’tan katılımcıların profili düşünüldüğünde Süleymaniye’yi de bağlıyor.
Zirve kararları Ankara için yeni bir meşruiyet kaynağı
İkinci karar ilk kararın bir uzantısı. Zirve sonuç bildirgesinde Irak, PKK’nın Irak topraklarını kullanarak Türkiye’ye tehdit oluşturduğunu kabul etmiş görünüyor. Bu çok çok önemli bir gelişme. Böylece bir yandan Irak ve Türkiye’nin PKK’ya karşı ortak mücadele biçimlerinin önü açılmış oluyor, diğer yandan Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı ve Irak ile yapılmış anlaşmalara dayanarak sürdürdüğü Irak’taki askeri varlığı Irak iradesi çerçevesinde ayrıca meşruiyet kazanmış oluyor. Zaten sınır güvenliğini sağlamak adına Türkiye’nin kendi sınırlarının ötesinde 30 km civarı (derinliği yerleştirilen kabiliyetlerin erişim menzili ile 30 km’nin ötesine geçebilecek) bir güvenli bölgeyi Irak’ta oluşturması konuşuluyor. Böylece pençe operasyonları ile sağlanmaya çalışılan sürekli, ara vermeden terör unsurlarını yıpratma, alan daraltma stratejisi farklı, daha güçlü, kalıcı, diğer komşularla da örnek oluşturabilecek terörle mücadele ortak rejimi olmaya daha elverişli bir araçla devam edecek. Böylece 14 Marttan itibaren Türkiye ve Irak içerisinde Türkiye’nin buralarda işi ne gibi sakil bir soruyu sormanın temeli de siyasi ve hukuki çerçevede ortadan kalkmış oldu.
Pastanın kreması: Kazan-kazan ya da Irak Kalkınma Yolu
Bilindiği üzere Türkiye, sınır ötesi sürdürdüğü Pençe operasyonlarına pareler olarak Irak nezdinde uzun bir süredir çok katmanlı bir güvenlik diplomasisi sürdürüyordu. Bu diplomasiyi çok katmanlı olarak nitelendirmemizin iki temel sebebi vardı. Öncelikle söz konusu diplomasinin odağı terörle mücadele olmakla beraber muhataplar arası ekonomik, sosyal, ticari, altyapının iyileşmesi gibi kalkınma adına çok önemli adımları içeren bir iş birliğini de beraberinde taşıyordu. İkinci olarak da, tek bir aktörle değil Irak’taki farklı aktörlerle, mümkünse tüm aktörlerle kazan kazan zeminli bir ilişki hedefi sahne önüne taşınıyordu. Yani Irak’ta güvenlik koşullarının Türkiye’nin katkısı ile iyileştirilmesi üzerinden Irak’ın ekonomik, toplumsal ve siyasi istikrarında yol alınması vaadi yan yana gidiyordu. Türkiye-Irak ilişkilerinde bu tür bir sınır ötesi karşılıklı bağımlılık ağının oluşturulması çabası yeni değil; iki ülke komşu olduğundan, güvenlik gündemleri terör harici su, enerji, Irak Türkmen nüfusu, sınır güvenliği, göç, Türkiye-Kuzey Irak/IKBY arası özel ilişkiler gibi meseleler üzerinden zaten birbirine her zaman olumlu ve olumsuz olarak irtibatlıydı. Bu irtibatı daima olumlu satıhta tutmak, bunun üzerinden Türkiye’nin sınır güvenliği konusunda endişelerden bertaraf olmak fikri Ankara’nın elinde bugün sahip olduğu araç ve pazarlık gücü olmadığı 90’larda bile önemliydi. Bu gidişatta temel engelin Irak’ın geçirdiği ve adete ülkenin bütünlüğünü altüst eden büyük siyasi dalgalanmalar olduğunu biliyoruz. Bu dalgalanmalar son yirmi yılda Irak’ı ABD ve İran arasında sıkışmış bir aktör, vekalet harbi dahil Washington ve Tahran’ın birbirlerine karşı pozisyon alışının ilk adresi haline getirdi. 2021 Irak parlamento seçim sürecine gittiğimiz dönemde yaşanan tartışmaları hatırlarsak, bu iki aktör arasında sıkışma halinin siyasal ve ekonomik yansımalarının Bağdat’ın iradesini kemirdiğini, meclisi işlemez hale getirdiğini ve en önemlisi toplum ve siyasal irade arasında uçurumun büyüdüğünü hatırlayacağız. Bu nedenle merkezi Irak hükümeti açısından ABD ve İran dışında başka güvenlik sağlayıcıları ile kurulan iş birlikleri üzerinden bir dengeleme geliştirmek, ABD ve İran’ın Irak politikalarında bölgesel konjonktür üzerinden yaşanacak kaymalara karşı bir tür güvence elde etmeye çalışmak, bu arada da Bağdat’ın iradesini ve mümkünse kasasını ve altyapısını güçlendirecek arayışlara girişmek 2021/22’yi izleyen dönemde makul hale geldi. Son iki yıllık dönemde sadece Türkiye’den Irak’a ziyaret eden heyetlerin görünmemesi, bir o kadar da Irak’tan heyetin farklı başlıklı iş birliği ve sorun çözüm müzakereleri için Türkiye’ye gelmesi bunu gösteriyor. Su konusunda anlaşmazlıkların çözümünün tartışıldığı günlerde Irak’taki karışıklıklar nedeniyle rafa kalkmış Kuru Kanal projesinin Irak Kalkınma Yolu olarak yeniden canlandırılması tesadüf değildi. Bu yol ticari potansiyeli, Doğu-Batı /Asya-Avrupa /Körfez-Türkiye bağlantısı açısından bir alternatif olması dışında Irak’ın güneyini kuzeyine bağladığından Irak’ın toprak bütünlüğünü, alt yapı bütünlüğünü ve tabi altyapı güvenliğini sağlayabilmesini sembolize ediyor. Bu projenin başarılı olabildiği Irak, bugünden başka bir Irak olacak. Bugünün konjonktüründe Türkiye’nin hevesi ve kabiliyetleri, Körfez’in yatırım yapma kabiliyeti ve isteği Irak’ın istikrarını önceliyor ve Türkiye’nin PKK karşıtı gündemine güç veriyor. Bu 14 Mart zirvesinde yer alan, sonuçlarına olumlu bakan tüm taraflar için büyük bir şans.