ERMENİ REFORMU MÜMKÜN MÜYDÜ?

Tarık ÇELENK 27 Haz 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
Osmanlı'dan devir aldığımız Anadolu toprağını bölünmez bütün olarak devam ettirebilmek Devlet/Millet kaygımız.

Osmanlı’dan devir aldığımız Anadolu toprağını bölünmez bütün olarak devam ettirebilmek Devlet/Millet kaygımız. Bu kaygımızı tetikleyen iki tarihsel miras var.  Biri 1915 Ermeni tehciri diye adlandırılan ölümler ve sürgünlerin kültürel ve siyasi mirası, diğeri de nüfusumuzun yaklaşık % 10’nu aşan yaşayan Kürtlerimizin bir kısmının farklı siyasi ve kültürel talepleri. Birinci tartışma ölümlerin, ikincisi ise yaşayanların nitelik ve nicelikleri üzerinden gelişmekte. Ermeni meselesi karşılıklı acılarla sonlandı. Kürt sorununda da birincisiyle ilişkilendirilmese de acılarımız yaşanıyor.

Devlet tarihçilerimiz açısından her iki sorunun ağırlığı dış odaklı. Yani tarihte kalan son Türk-İslam devletinin müstevlilerce parçalatılması sorunu. Doğrusu bunu destekleyecek önemli kanıtlarda yok değil. Örneğin Britanya başta Erzurum olmak üzere diğer devletlerle Anadolu şehirlerinde neden konsolosluk açma yarışına eski dönemlerde girdiğini anlayabilmiş değildim. Şimdiki Kürt sorununda da bildiğiniz gibi sık sık ABD, AB ve Rusya’yı suçlarız. Malum, Osmanlıdan bu yana devletimiz başta Ermeni silahlı grupları ve PKK’nın uyguladığı terör yöntemine karşı güvenlik politikaları ile mücadele etmiştir. Bilindiği gibi bu tür mücadelelerde üçüncü taraf olan halkın devletin ne kadar yanında olduğu önemlidir. Buna bağlı Ermeni tehciri ayrı bir yazının konusu.
Bugün çözüm sürecinden sonra operasyon sürecinde de sadece güvenlik ve hizmet politikaları yetmez, “siyasi perspektif nerede?” tartışmalarını yapabiliyoruz. Çözüm sürecinde örgütün özgüvenini arttırarak sivil alanları silahlandırması ve etnik uyanışın güçlenmesi güvenlikçi yaklaşımın güçlü argümanları. Geriye baktığımızda şunu sormamız gerekiyor Osmanlı’da Ermeni reformu yeterli miydi veya neden başarılamadı. Başarılsa bu kadar acı yaşanmayacaktı. Belki de şu an 5 milyon Ermeni yurttaşımız Kürtlerinin sorununu çözmüş güçlü Türkiye’nin bir parçası olacaklardı. O dönemde reform çabalarına baktığımızda Abdülhamit’i görüyoruz. Sultan Abdülhamit, Ekim 1895’de Ermeni reformları yapılacağını ilan etti. Buna göre Ermeniler Müslümanlarla eşit statüde sayılacak ve nüfus oranlarıyla orantılı olarak da yerel yönetimlere katılacaklardı; 1908 sonrası toplanan Osmanlı meclisinin, ilk gündeme aldığı konulardan bir tanesi ‘Ermeni reformu meselesi’ idi. Parlamentoda İttihatçılar ve Ermeniler, özellikle Taşnaklar, II. Meşrutiyet’i birlikte sahiplenmiş konumdaydılar. İşbirliklerinin sınırları Abdülhamid rejimini devirmekten öteye geçmiş, ülkeyi modernleştirmek temelli siyasi bir hedef  üzerine oturmuştu. Unutulmamalı ki, iki grup 1907, 1908, 1909 ve 1912’de dört kez reform anlaşması imzalamışlardı. 1913’ün sonbaharına dek yürütülen müzakerelerin sonuçsuz kaldığı anlaşılıyor. Bunun nedenlerini sıralarken, Ermeni tarafı genelde İttihatçıların vaatlerini o güne kadar tutmamış olmalarına vurgu yapıp güvensizlik duygusunu ön plana çıkarırken, İttihatçı liderler ise anılarında Ermeni siyasilerini yabancıların müdahalesine bel bağlamakla suçlar ve bu tavrı “ hayalperestlik ” olarak nitelendirirler.

I. Dünya Savaşı’nın olumsuz koşullarında gündeme gelen 1914 reform paketi en kapsamlı ve III. taraf olarak dış müdahaleye yüzü en dönük olandı. Reform müzakereleri sırasında İttihatçıların ve Taşnakların birbirlerine diş göstermeleri, ortak bir gelecek ihtimalinin ortadan kalktığı fikrinin ağırlık kazanmasına neden olmuş olabilir Çünkü o güne dek Ermeni toplumuyla yaşanan her türlü soruna ve gerginliğe rağmen son kertede hep bir uzlaşma mümkün olabilmişti.  Tüm çabalara rağmen İmparatorluk dağılırken çabalar gerçekleşemedi, bilindiği gibi sonuç üzücü oldu. Yaşanan başarısızlık dağılan bir devletin, çöken merkezinin Alman etkisi veya başka bir zafiyetten siyaset üretememe zaafına bağlanabilir. Dört cephede gerçekleşen savaşın etkisini göz ardı etmemek gerekir. Tanzimat reformları ile başlayan sürecin Ermeni toplumunda erken uluslaşma veya bağımsızlık bilincini tetiklediği de söylenebilir. Unutmayalım ki Osmanlı padişahları 14-16. Yüzyılları arası nüfusunun ezici çoğunluğu Hristiyan olan Anadolu’ya sırtını vererek ve güvenerek sürekli Batı’ya (Avrupa’ya) sefer açıyorlardı. Bir Rum paşamız Yunan isyanında müzakerecimizlerden biriydi. Sorun belki de bir devletin Türkü, Kürdü, Rum’u veya Ermeni’siyle uzlaşamamasından kaynaklanmakta. Veya doğru bir iletişim bağı kuramamasından. Devlet-i Aliye geleneği ile hala Cumhuriyetimizle devam ediyorsa Ermeni meselelerinden çıkardığı dersleri farklı bir açıdan bir daha gözden geçirmesinde fayda vardır.  İlber hoca’nın dediği gibi “Her zaman için kusurun büyüğü yönetilende değil yöneticidedir. “