Gerek yerleşik tarım toplumlarında gerekse göçebe topluluklarda dayanışma işbölümü ve uzmanlaşmanın çok düşük düzeyde olması sebebiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
Cuma günkü yılın ilk yazısında tarım toplumları ve göçebe topluluklarında dayanışmanın bir iktisadi zorunluluk olarak ortaya çıktığından bahsetmiştim. Bunu da bu iktisadi yapılarda iş bölümü ve uzmanlaşmanın düşük düzeyde olmasına bağlamıştım. Sanayi toplumunu anlamak için bu konuyu biraz açalım.
Gerek yerleşik tarım toplumlarında gerekse göçebe topluluklarda dayanışma işbölümü ve uzmanlaşmanın çok düşük düzeyde olması sebebiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu dayanışma tipi, daha çok, tarikatlar ve loncalar etrafında örgütlenmiştir. Emeğin kullanımı büyük farklılık göstermediği için (bir çiftçi ile bir mızraklı askerin, bir çoban ile bir demircinin kullandığı emek arasındaki fark modern toplumda bir şef aşçı ile profesyonel askerin veya bir cerrah ile bir ses sanatçısının kullandığı emek arasındaki farktan çok daha düşüktür, DMD.) bu grupların dayanışma standartları üretim değerlerine değil ama manevi değerlere dayanmaktaydı. Bizim tarihimizden örnek verirsek sanatkârlar Mevlevî, köylüler Bayramî, askerler Bektaşi, esnaf da Ahî tarikatları etrafında örgütlenirlerdi. Hepsinde özel mülkiyetten çok grup mülkiyeti bulunur, bireyler kendi kimliklerini mensup oldukları topluluk / cemaatle özdeşleştirirlerdi.
Pekiyi Sanayi toplumunda işler nasıl değişti? Bu sorunun cevabını yaklaşık bir sene önce vermiştim:
“Kapitalizm öncesi geleneksel toplumlarda insanların hayatın yıkıcılığına karşı bir güvence olarak sığındıkları aile bağları, bir aşama sonra aşiret ve cemaat bağları, bu topluluklardaki sosyal örgütlenmeyi ve siyasi yapıyı da belirlemekteydi. Özünde tarımsal üretime dayalı geleneksel toplumda, insanların çoğu kasaba ve köylerde yaşamaktaydı. Üretim çoğunlukla geçimlik üretim şeklindeydi, bu da bir milli ekonominin oluşmasını engelleyecek kadar yerel ekonomileri birbirinden ayırmaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte nüfus şehirlerde arttı, iş bölümü ve uzmanlaşma ile birlikte geçimlik üretim değil pazar için üretim ilkesi işlemeye başladı, aileler küçüldü, aşiret ve cemaat bağları koptu. Bununla birlikte sanayi kapitalizmi kendisinden önceki geleneksel topluma göre çok daha acımasız, çok daha güvencesiz bir toplum oluşturmuştu; özellikle çalışan emekçi sınıflar için. Bu durumda şehirlerden oluşan ve sanayileşmiş milli ekonomilerde güvenceyi sağlayacak, insanları hayatın yıkıcılığından koruyacak bir kurum olarak sosyal devlet ilkesi gelişti. Artık kimse başkalarından iane beklemek zorunda kalmayacaktı. Çünkü sosyal devlet her vatandaşının iş güvencesini, temel sağlık, barınma ve eğitim ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Burada önemli olan nokta, insanların cemaatler ve aşiretler gibi resmiyeti olmayan, tüzel bir kişiliği bulunmayan, faaliyetleri kapalı kapılar ardında kotarılan yapılara güvence ve dayanışma karşılığında teslim olmasının önüne geçilmesiydi. Sosyal devletle birlikte iş güvencesi, temel eğitim ve sağlık hizmetleri bir ayrıcalık olmaktan çıkıp her vatandaşın temel hakkı olarak görülmeye başlanmıştı.” (Dündar Murat DEMİRÖZ, İşsizlik Ve Sosyal Devlet, 14 Şubat 2020, YeniBirlik)
SANAYİ TOPLUMLARINDA DAYANIŞMA VE SOSYAL DEVLETİN GEREKLİLİĞİ
Burada alıntı yaptığım yazımda sanayi kapitalizminin gelişmesiyle birlikte sosyal devletin, özellikle işçi ve çiftçilerden oluşan emekçi kesimler için, sanayi toplumunun acımasız yaşam koşullarına karşı bir koruma sağladığından bahsetmiştim. Ancak bu salt ahlâki ve insani bir kurum değildir. Sosyal devlet bir kapitalist ekonominin uzun dönem mevcudiyetini sağlamak için de gerekli ve rasyonel bir olgudur. Çünkü sosyal devlet deyince sadece bütün toplum için zorunlu ortak mal ve hizmetlerin (kamu mal ve hizmetlerinin) üretilmesi değil, aynı zamanda, üretimin devamlılığını sağlamak için güvenli ve satın alma gücü yeterli bir toplum da akla gelmelidir. Sosyal devletin tasfiyesi hem zorunlu ortak mal ve hizmetlerin üretimini sekteye uğratmış hem de toplumu üretimin devamlılığını sağlamak için güvenli ve satın alma gücü yeterli bir ekonomik düzenden etmiştir. Bu ise kapitalizmin doğasında var olan “krizlere yol açma ve krizlerden beslenme eğilimini” kuvvetlendirmiştir.
1980’lerden itibaren başlayan neo-liberal politikalar bütün dünyada, öncelikle özelleştirmeler kanalıyla sosyal devletin tasfiyesini amaçlamaktaydı. Bu zihniyettekiler için devletin okulu da, hastanesi de olmazdı. Eğitimin bir kamu hizmeti olarak görülmemesi öğretim çağındaki çocuklar arasında fırsat eşitsizliğine, parası olanın iyi bir eğitim imkânına kavuşmasına ve parası olmayanın da yetersiz eğitim almasına yol açmaktaydı. Keza sağlık sisteminde özelleştirme de benzeri sonuçlara yol açtı. Parası veya imkânı olan için beş yıldızlı otel standardında lüks hastaneler var iken, parası olmayanın anası ağlamaktaydı. Bir kamu hizmetinin özelleştirilmesi – salt iktisadi kriterle baksak bile- ancak belli bir gelişmişlik düzeyinde olan ve kişi başı gelir ve tasarruf düzeyleri yüksek toplumlarda gerçekleştirilebilecek bir ekonomik yapı gerektirir. Eğer bu gelişmişlik düzeyi yoksa özel hastanelerin dayanacağı temel kaynak özel sigorta sistemi yeterli olmaz. Özel okulların yol açtığı eşitsizlik de, insan kaynaklarının milli kalkınma hedefine göre değil ama piyasaların ihtiyaçlarına göre eğitilmesi sonucunu doğurur. Toplumuna doğru düzgün sağlık ve eğitim hizmeti üretemeyen ekonomiler uzun dönemde kaynak israfına ve nispî olarak fakirleşmeye mahkûm olurlar. Normal şartlarda kişi başı gelir düzeyi yüksek ve gelir dağılımı nispeten bozuk olmayan gelişmiş ekonomilerde eğitim ve sağlık hizmetlerinin özel sektörle de kotarılabileceği yanılgısı ortaya çıktı. Bunun geçerliliği ise son koronavirüs salgınıyla ortadan kalktı.
Sanayi ekonomilerinde sosyal devletin varlığı kapitalist ekonominin sürekli büyümesini sağlayacak bir talebin sağlanması için de gereklidir. Eğer yeterli düzeyde asgari ücret ve iş güvencesi uygulamaları olmazsa belki kısa vadede sermayedarlar daha fazla kâr ve daha fazla servet elde edebilirler, ancak uzun dönemde o ürettikleri malları satın alacak talebin oluşturulması da zora girer. Bu talebi takviye için genişletici para ve maliye politikaları da geçici bir süre etkili olur. Bunların sonucunda ortaya çıkacak (iç ve dış) borç birikimi ve yüksek enflasyon o sermayedarlar için de uzun dönemde istikrarsızlık, çok daha düşük kâr ve belki de iflas demek olacaktır. Bu anlamda sosyal devlet başıboş sermayedarların kâr hırsıyla bütün bir sistemin çökmesine yol açacak eylemlerine engel olacak nitelikler de taşır.
Sanayi sonrası toplumda iki temel farlılık ortaya çıkmaktadır: Küreselleşme süreci ve hızlı teknolojik gelişme… Bu iki olgu nedeniyle artık yirminci yüzyıldaki milli ve sosyal devlet kurumları problemleri çözmekte, dengeli ve istikrarlı büyümeyi sağlamakta yetersiz kalmaktadır. Bu yüzden önümüzdeki süreçte sadece milli dayanışmayı sağlayacak sosyal devlet kurumları değil, aynı zamanda, uluslararası dayanışmayı da tesis edecek küresel bir düzene ihtiyaç vardır. Bu da Cuma’ya kalsın.