Almanya, 1950'lerden itibaren Türkiye'nin ortak toplumsal hafızasında çok önemli yer tutar.

Almanya, 1950’lerden itibaren Türkiye’nin ortak toplumsal hafızasında çok önemli yer tutar. Kitleler halindeki işçi göçü, sonrasında bölünen aileler, oralardaki yaşama çabası.

Almanya bizler için hep önemli olmuştu. Para birimi Mark iken, Dolar’dan daha itibar görür, memlekete arabalarıyla gelen gurbetçiler törenlerle karşılanırdı.

O yıllarda Almanya’da çalışıyor olmak önemliydi. İlk iyi arabalar oradan gelmişti, ilk televizyonlar, teypler hatta kot pantolonlar. Çocukluğumdan hatırlarım, Almanya’dan toplanan eski giysiler Türkiye’ye getirilir, evlerde açılan sergilerde satılırdı. Kot pantolondan, kazaklara kadar önemli bir kısmımız Almanya’dan toplanan ikinci el giysi giyerdi. Oralarda insanlarımızın çalışyor oluşu, Türkiye’de bulunmayan şeylerin oradan gelişi gibi nedenler bizi hep biraz mahsun kılmıştır. Almanya için bizler, biraz geri kalmış, gerektiğinde horlanabilecek, üstlen bakılacak kişilerdik. Ülkemiz ucuzdu, insanımız iyi ve konukseverdi. Ama o kadar. Onlara göre biz hiç eşit olmadık. Ne de olsa ayak işlerini yapardık. Bunu yaşar, hisseder, daha da içlenirdik. Böylesi nedenlerle de olsa Almanya ve ona bağlı gelişmeler hep hayatımızın bir yerine dokunur oldu.

Türk-Alman gerilimi ile birlikte bir Alman yayın organında ilginç bir yorum okudum. Bu yorumda, “Eskiden Türkler Almanları sever, bu sevgileri karşılık bulmuyor diye alınırdı. Ama artık umursamıyorlar” diyordu.

Bu kısa iki cümle kafamdakini özetleyivermişti. Gerçekten Almanya’nın uzun yıllardır tek taraflı sevgimize verdiği karşılık veya aslında vermediği karşılık artık Türk insanını usandırmıştı

O zamanlardan bu zamanlara çok şeyler değişti. Artık Almanya’da olup da bizde olmayan birşey yok. Almanya’dan gelen gurbetçinin getireceği şampuan dört gözle beklenmiyor. Buna karşılık Almanya bize birşeyler satmak istiyor. Bizim pazarımıza ihtiyacı var.

Mülteci krizi ile başlayan ve bakanlarımızın toplantılarının engellenmesine uzanan tartışmalar bizi kızdırdı. İktidarıyla, muhalefetiyle hep birlikte tepki verdik. Bu da zaten onların bize yönelik düşüncelerinin hiç de önemli olmadığını anlatıyordu. Görünen o ki, Alman makamları şimdilerde yuvarlak laflarla ortalığı sakinleştirmeye çalışıyor.

Bu yaşanan son krizin bir önemli anlamı daha oldu. Böylece kafamızdaki “Almanlar acaba ne der” kalıbının yıkıldığının bir kez daha teyidiydi. Yukarıda da dediğim gibi, “Almanya ne der” sorusunun cevabı artık bizin bu tarafta, “Amaan, ne derse desin” haline döndü.

UÇKUR İÇİN FRANSA’DA GERGEDAN AVI

Hemen şaşırmayın. “Gergedan Fransa’da yaşamaz ki” falan da demeyin.

Bu gariban hayvanların böyle büyük cüsseli olduklarına bakmayın. Maalesef insanoğlunun uçkurunun kurbanı oluyorlar. Özellikle Çinliler gergedan boynuzunun tozunu içiyorlar ki, cinsel güçleri artsın diye. Tabii milyarlarca Çinli böyle bir şeyi talep edince de gözü dönmüş avcılar koca Afrika’da gergedan neslini neredeyse kuruttular. Gergedan boynuzu tozunun kilosu 55 bin Euro’ya alıcı buluyor.

Dünya da var gücüyle gergedan neslini kurtarmaya çalışıyor. Kampanyalar düzenliyor, hayvanat bahçeleri korumaya hatta üretmeye çalışıyor.

İşte Paris yakınlarındaki bir hayvanat bahçesinde yaşananlar, bu gözü dönmüş ticaretin boyutlarını gözler önüne serdi. Gergedan katili hırsızlar bir gece buraya gizlice girdi ve burada yaşayan Vince adlı 4 yaşındaki gergedanı öldürdü.

Böylece de tarihe geçmiş oldular. Çünkü tarihte ilk kez Avrupa’da bir gergedan öldürülmüştü. Neyse ki parkta yaşayan diğer iki gergedana dokunulmamıştı.

Vahşi yaşam parkındaki katliam bekçiler tarafından ortaya çıkarıldı. Katiller Vince’in boynuzlarından birini kesmiş ama diğerini keserken bir şeyden korkup kaçmıştı.

Tabii polis devreye girdi. Ve görüldü ki zavallı gergedan kafasından tam üç kez vurulmuştu.

Tüm dünyada topu topu sadece 20 bin gergedan kaldığı hesap ediliyor. Gergedan avcılığı da Birleşmiş Milletler tarafından yasaklanmış durumda. Ama bu uçkur sevdası eğer daha sıkı önlemler alınmazsa bu hayvancıkların soyunu bitirecek anlaşılan.