Türkiye'nin coğrâfî konumu sebebiyle Asya ile Avrupa'nın birleşme hatta kaynaşma noktasında olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin coğrâfî konumu sebebiyle Asya ile Avrupa’nın birleşme hatta kaynaşma noktasında olduğu söylenebilir. Daha da ileri giderek, bu kaynaşma noktasının bizzat kendisi olduğu da iddia edilebilir. Ancak yakın bir geçmişe kadar, Türkiye’nin Asya ile Avrupa ya da Doğu dünyâsı ile Batı dünyâsı arasında bir “köprü” olduğu söylemi kullanılıyordu. Bu söylem sık sık dillendiriliyor ama bunun içeriği pek açıklanmıyordu. Bu söylem, Türkiye’yi âdeta bir otoyol üzerindeki dinlenme tesisi ya da hiçbir kimliği olmayan bir köprü olarak yansıtıyordu.
İzlerini taşıdığı medeniyetler açısından dünyânın başka hiçbir coğrafyasıyla kıyaslanmayacak zenginliğe sâhip topraklar üstüne kurulmuş olan Türkiye’ye neden böyle bir kimliksizlik yakıştırıldığı kişisel bir merak konum olarak kalmıştır. Fakat ülkemizin târihî, iktisâdî, ictimâî konularda tecrübe ettiği değişim ve gelişim süreçlerine eğilmeye başladığımdan beri edindiğim bilgi birikimi, bu merâkımı tespitlere dönüştürmeme imkân verdi.
Kasıtlı bir söylem
Türkiye’nin bir “köprü” olduğu söylemi, muhafazakâr zihniyete bile hoş ve şirin gelirken, diğer taraftaki kesimler için bambaşka bir işlevi yerine getiriyordu. Bu kasıtlı bir söylemdi ve iyi niyetli değildi. Türkiye’yi bir hareket noktası değil, gelip geçilen bir yer olarak gösteriyordu. Türkiye, Batı dünyâsını merkez olarak gören “Avromerkezci” (Eurocentric) anlayışın âdeta bir karakolu veya devriye istasyonu olarak görülüyordu. Her şey ve herkes bir gün, bir şekilde Avrupa’ya gidecekti ve Türkiye bu gidişin anayollarından biriydi. Ama Türkiye olduğu yerde duracaktı. Ne Batı’ya doğru gidebilecek ne Doğu’ya yaklaşabilecek ne de kendi kimliği olacaktı. Batı’ya gidenler bu yolculuklarında iyi ve rahat bir yolculuk yapacaktı. Bu köprü söyleminin kısaca adı, Batı’ya hizmet etmek ve Batı’ya hizmetçi olmaktı.
Batı’ya gidişi yanlış anlamak
Türk milleti, hareketliliğini her zaman güneşin battığı yöne odaklamıştır. Yunan kültürü, “güneşin battığı yön” anlamında “Europa” kavramını kullanırken, Türk kültürü, güneşin batışını, sürekli hareketlilik çağrısı olarak algılamıştır. Bu yüzden Anadolu ile yetinmeyen atalarımız, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemiştir. Avrupa’ya yetişmek yerine, Avrupa’nın kendisi olmak ülküsünü yaşatmıştır.
Ancak güneşin batışını yanlış anlamaya başladığımız dönemden beri, gözlerimiz ufuktaki kızıllıkla kamaşmış ve Batı’ya gidişin muhtevâsı değişmiştir. Bu değişimden sonra ortaya çıkan toplumsal kesim, Batı’yı elde edilecek bir kültür değil, teslim olunacak bir güç olarak görmeye başlamıştır.
Bütün duyu organları Batı’ya dönüktür
Yaklaşık iki yüzyıllık bir geçmişe sâhip olan bu kesimin bütün duyu organları Batı’ya dönüktür. Bir çanak antenin sâdece dönük olduğu taraftaki kanalları çekmesi gibi, bu kesimin gözü kulağı Batı’dan gelenlerle sınırlıdır. Dünyâda ne varsa zâten Batı’ya geldiği için, başka yerlere bakmak gereksizdir. Oysa en besleyici gıda olsa bile, tek çeşitle beslenmenin dengesiz beslenme olması gibi, sâdece Batı’dan gelenlerle beslenme yolunu seçmek, bu kesimi ve o kesimin şekillendirdiği toplum yapımızı dengesizleştirmiştir. O kadar ki, Batı’da kendi ulaştıkları fırsat ve imkânları, kendi insanlarına çok gördükleri için, Batı’ya karşı duydukları ezikliği kendi insanlarını aşağılayarak örtbas etmeye çalışırlar. Bunu yaparken de “çağdaşlık”, “gelişmişlik”, “uygarlık” gibi kıyısından köşesinde anladıkları, çoğu zaman da sâdece kulaktan dolma seviyede bir bilgiye sâhip oldukları hayat tarzını getirme gibi “yüce” bir görevi yerine getirdiklerini zannederler.
Halka rağmen halk için
Aslında ellerinden gelse – Abdullah Cevdet’in Türk soyunu sarışınlaştırmak için Balkanlar’dan erkek getirmeyi teklif etmesi gibi – akıllara durgunluk verecek fikirleri uygulamaya geçirirler. Ama bu pek mümkün olmadığı için, durumu “Mr. and Mrs. Brown” seviyesinde kotarma yoluna gitmişlerdir.
Kendilerini o kadar “doğrunun sâhibi” olarak görürler ki, hâkimiyetin kayıtsız şartsız sâhibi olan milleti hor görüp, o milleti oluşturan halka rağmen halk için ellerinden geleni(!) yaparlar. Bunun en trajikomik ve mizâhî özeti “Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” dedirten sanat(!) faaliyetidir. Oysa yapmak istedikleri, doku uyumu olmayan iki vücut arasında organ nakli yapmaya çalışmak kadar çılgınca ve ahmakça bir şeydir. Kendi doğduğu coğrafyada bile artık sâdece düşünce târihi derslerinde anlatılan materyalist dünyâ görüşüyle “aynı şartlar aynı sonuçları doğurur” düşüncesinin yanlışlığını kendi insanları üzerinde uygulamakta ısrar etmişlerdir. Bu ısrar doğrultusunda, evrim ile devrimi birbirine karıştırıp Türkiye’deki sosyal dönüşümü, devrim hızında bir evrimle gerçekleştirmeye çalışırken, birkaç nesli heba ettiklerini görmezden gelmişlerdir.
Düşünce ve ifâde özgürlüğünü getirmeye çalışır gibi yaparlar ama eğittikleri halk, onlar gibi düşünmeyince ve onların duymak istediklerini söylemeyince halktan nefrete ettiler.
Ülkesini beğenmeme
Onca ısrâra ve imkâna rağmen, bu yanlışlardan elbette istenen sonuç alınamayınca, suçlu yine kendileri değil halk olmuştur. “Halk bizi anlamıyor”, “halk buna lâyık değil” gibi kompleksli bahânelerle kendilerini avutma yolunu bulmuşlardır. Onlar neyin “iyi” olduğunu bilenler olarak, halka sormadan halkın neye ihtiyaç duyduğu ve duyması gerektiğine karar vermiş ve bunun için kendilerinden büyük fedâkârlıklar yapmıştır. Ama “câhil” halk bunu takdir edemeyince, bir sonraki aşamada “Bu ülkede yaşanmaz” söylemini devreye sokmuşlardır. Ne tuhaftır ki, o kadar çok(!) sevdikleri vatanlarını, bir anda “yaşanmaz” görebilmektedirler.
Fırsat bulurlarsa bir Batı ülkesinde yaşamak isterler. Onların Türkiye’den ayrılması “Türkiye kaybetti” demektir. Ancak bilmedikleri veya bilseler de kabûl etmek istemedikleri acı bir gerçek vardır ki, onlar kendilerine kim ve ne olarak tanımlarsa tanımlasınlar, geldikleri ülke Türkiye olduğu için “Türk ve Müslüman” kimlikleri Batı’da her zaman yüzlerine vurulacaktır.
Ayrıca hayat standardına haklı olarak hayran oldukları Batı ülkelerinde yaşamanın Türkiye’den gözüktüğü gibi kolay olmadığı da bir gerçektir. O standartlarda yaşamak için gösterdikleri çabayı Türkiye’de gösterseler, aynı seviyeye kısa zamanda çıkılması kaçınılmazdır. Ama ne olursa olsun onlar İsviçre Alpleri’ni Ayder Yaylasına, ulaşımın eşeklerle yapıldığı Güney İtalya köylerini Toros köylerine tercih edeceklerdir.
Zâten onların vatanlarını lafta ve görüntüde sevdiklerini, bu ülkenin Ankara’dan doğusunda görev yapmaları için çıkartılan “Şark hizmeti” ve “mecbûrî hizmet” kanunundan anlaşılır. Zorunlu olmasalar, onlar için memleket sevgisi sâdece şarkı sözlerinden ibârettir. “Havasına suyuna taşına toprağına bin can fedâ” sözlerinin geçtiği (ve melodisi çalıntı) Memleketim şarkısını Ege’de Yunan adalarının ardından batan güneşe bakıp söylemekten başka bir vatan sevgileri yoktur.