Vatan, millet ve memleket dediğimizde yerleşik bir hayattan bahsediyoruz demektir.
Vatan, millet ve memleket dediğimizde yerleşik bir hayattan bahsediyoruz demektir. Yerleşim aynı zamanda mekân tutmuş, ev bark yapmış, dilinden, dininden, ahlakından beslenerek şiire, sanata, edebiyata dolayısıyla tefekküre doğru yolculukların da işaretidir. Bu bize dünden bugüne doğru akıp gelen kültür ırmağımızın habercisi oluyor. Şiirin insandaki varlığı, yalnızlığın sırdaşı olmasının yanında dilinden doğaya doğru yayılan türkülerin, manilerin, ninnilerin, hikmetli söz söyleyişlerin ikliminde hissedilmesidir.
Yurtlar tutmuş, fetihler yapmış, kıtalar dolaşmış bir geçmişin tarih ambarı; müşfik seslerle, hikâyelerle, masallarla, destanlarla dolayısıyla şiirlerle doludur. Bu, şiirimizdeki soy ağacın köklü tarihine bir göndermedir. Türklerin İslam öncesi ve İslam’la tanışmalarının getirdiği bereketli büyük coğrafyada yankıları hala sürmektedir. Ağızlardan ağızlara, deyişlerden deyişlere, yörelerden yörelere ses ve bayrak olmuştur şiirimiz.
Divan şiirimiz büyük bir medeniyetin şiiridir. İçinde ozanların-âşıkların deyişleriyle halk şiirinin başı çektiğini, ardından tekke adabının getirdiği tasavvuf şiirleriyle halkın hafızası, inancı, düşüncesi haline dönüştüğünü de ifade etmeliyiz. Şiirimizin felsefesini Dede Korkut’un hikmetlerinden derleyerek yola çıktığımızda karşımıza Yunus Emre, Mevlana, ardından Fuzuli gibi şairlerin postlarında soluklanmak icap eder. Büyük medeniyetlerin sanatları da, edebiyatları da, şiirleri de, mimarileri de, estetik uygulamaları da, dolayısıyla düşünceleri-felsefeleri de büyük olur.
Şiir, okunduğundan daha etkilidir. Sözdeki sihrin en etkili olanı şiirdedir. Mısraların etki gücü değişimin izlerini haber verse de kişilerden kişilere bıraktığı tesir ise ölçülemeyecek düzeyde güçlüdür. Tanzimat gerçeği yerleşik hayattaki durağanlığımıza, ilim, irfan, sanat, edebiyat uğraşlarındaki donukluğa da bizleri götürür. Tanzimat kökten kopuşun, değişimin, yabancılaşmaya yönelişin izlerini taşır ki bu kırılmadır. Kopuş başlamış, böylece Tanzimat batıya dönüşün adı olmuştur. Tarihi geleneğin dili, tarzı, üslubu olan aruz şiiri, köklerini medeniyetin kozası haline getirmişken Tanzimat’la birlikte şiir ve sanat anlayışımızda da değişmeler başlamıştır. Muallim Naci, Recaizade Ekrem gibi şairler bu yönelişe karşı bir tavır-çatışma geliştirdiklerini de ifade etmeliyiz. Geleneğin hırpalanması, mizaçların farklılığı, kişilik ve kimliklere yönelik müdahale hazmedilemez olarak görülmüştür.
Merhum Mehmet Akif, Yahya Kemal, Namık Kemal gibi kalem erbapları kuşkusuz divan şiiriyle yoğrulmuşlardır. Böyle bir kırılmanın yoğunlaştığı dönemde Mehmet Akif’i meydanlarda şiirle görüyoruz. İlk şiirini 1895 yılında yayınlayan Akif, aruza bağlı, geleneğe bağlı, İslami hassasiyeti ödünsüz bir inanç adamı olarak karşımıza çıkıyor. İlk şiir kitabını 1911 yılında “Safahat” adıyla yayınlıyor. Daha sonraları altı bölüm daha yazarak yedi kitaplık “Safahat” ortaya çıkmış oluyor. Bir toplumu, en güzel edebi eserleri anlatır. Divan şiirinin her alanında şiirler yazmış olsa da Merhum Akif kitabına bazılarını almaz. Sonraki süreçlere doğru yaşanılan olaylar varlık-yokluk mücadelesi verdiğimiz bir süreçte şiir yazmış olmak için şiir yazamazdım, milletimin dili oldum diyecektir. Dönemindeki şairlerden ayrıldığını şöyle izhar eder; “Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri/Aczimin giryesidir bence bütün âsârım/
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım” diyecektir. Çağdaşlarından ayrılan yönlerinden biri de; “ömr-i heder” ve “üç buçuk nazım” diye ifade ettiği acı, ıstırap ve yangınlar içinden geçişimize dikkatleri çeker. Önemli bir duruş ortaya koyarak doğudan ve batıdan aldığımız etkilerdeki yanlışlıkları vurgulayarak yeni bir alan açmayı dener: “Biz bugün heyet-i ictimaiyemizin gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek, maiyetini galeyana getirecek, ahlâkını tehzip edecek, hülâsa bize her manasıyla edep dersi verecek bir edebiyata muhtacız...”
Şiir anlayışı şöyle dikkatlerimizi çeker; “Şiirin ilhamı azdır. Şiir çalışmakla, uğraşmakla olur. Yüz ter dökerek bir beyit meydana gelir. Ben şiir yazmadan önce çok düşünürüm, tam bir mühendis gibi, mimar gibi. Nasıl mimar evvelâ düşünür: Şurada mutfak, şurada salon, şuraya banyo... Ben de tıpkı öyleyim...” “Benim şiirlerimde öyle yüksek hayaller bulunmaz.”
Çanakkale kahramanlarını Ashaptan Âsım Bin Sâbit’e benzetmesiyle destansı havayı yakalar. Akif’in şiirinde lirik parçalar, saf şiir mısraları olsa da bütünüyle epik şiir özellikleri taşır. O yüzden Mehmet Akif, bir saf şiir şairi değil, destan şairidir. Bundan dolayıdır ki Kuvayı Milliye eseriyle Nazım Hikmet, Arif Nihat Asya kendi destanlarını yazdılar. Milli Mücadelenin şiddetle yaşandığı günlerde Mehmet Akif Ersoy "Çanakkale Şehitlerine" şiiriyle milletin kalbinde taht kurar;
"Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.
…
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
…
Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi...
Bedir’in Arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
…
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber."